Eski Mısırca'daki adı Nebet-Het olan Heliopolis Enneadı'nın üyesi Neftis İsis, Osiris ve Set'in kız kardeşi (Set'in aynı zamanda karısıdır), Nut'la Geb'in kızı, Şu'yla Tefnut'un torunu ve Mumyalama Tanrısı Anubis'in annesidir. İsis'le beraber Osiris'in mumyasını korumakla görevli oldukları için, İsis'le birlikte çok sık tasvir edilmiştir.
Neftis, görüldüğünün ve sanıldığının aksine, önem açsından Eski Mısır dininde İsis'ten aşağı kalır yanı yoktur. Horus'un sütannesi olması nedeniyle, o sırada tahtta bulunan Firavun'un da bakımını ve korunmasını üstlenmiş olarak kabul edilmiştir.
Neftis, koruyucu bir tanrıça olması, uhrevi hayatla ilişkisi ve İsis’le yakın bir bağı bulunması nedeniyle, ölüler diyarı ve Osiris’in krallığı olan Duat ve cennet Aaru’daki yolculukları sırasında ruhlara eşlik etmekteydi. İsis gibi güçlü bir büyücüydü ve bu uzun yolculuk sırasında orada bulunan canavarlara karşı ölüleri İsis’le birlikte korumaktaydı. Ra’nın her gece tekrar tekrar yaptığı yolculuk sırasında da ona eşlik etmekteydi.
Neftis, aynı zamanda Set’in karısıydı. Ancak Set’in Ra’nın koruyucusu olduğu konseptiyle bir birlikteliği mevcuttu. Set’in Osiris’e oynadığı oyun sonucu öldürmesi ve oğlu Horus’la kapışmasıyla özdeşleştirilen kötülüklerle dolu yönü Neftis’le özdeşleştirilmez. Hatta Neftis, Osiris’in Abydos’taki tapınak külliyesinde, onun başında ağıt yakan İsis’in bu ağıtına katılır.
Osiris mitinde iki önemli rolü bulunmaktaydı. Bunlardan ilki kocasının parçalarını toplamaya çalışan İsis’e eşlik ve yardım etmekti. İkincisiyse Horus’un bakım ve yetiştirilmesi konusunda yine İsis’e yardım etmekti.
Set’in karısı olması nedeniyle, Set kültünün yükselişe geçtiği Yeni Krallık’taki 19. Hanedan dönemi – yani meşhur I. Seti ve II. Ramses’in mensubu olduğu hanedan zamanında – Neftis tapınakları da inşa edilmiş/elden geçirilmiştir. Bunların en önemlilerinden ve en büyüklerinden biri Fayyum bölgesindeki Sepermeru kentinde yer almaktaydı.
Neftis’in birtakım ilginç yönleri de vardır. Mesela şenliklerde özgürce bira tüketimine katkıda bulunan bir tanrıçadır; Firavunlar Neftis’e adak olarak bira sunarlar. Neftis de bunları – sarhoş olmadan, adam gibi içmek şartıyla – Firavun’a verir. Bunun dışında geceliğin Firavun’a ‘ay ışığı yüzünden saklananı görmeyi’ sağlar. Çölün karanlık ve büyülü kısımları ondan sorulur. Karanlık boyutu olması nedeniyle Neftis’e bu rol fazlasıyla uyar.
Tasvirlerinde İsis’e çok benzeyen Neftis’in başında bir ev ve evin üstünde bir sepetten oluşan (en azından hiyeroglifleri) bir taç bulunurdu.
Mumyalama sırasında iç organlar çıkartıldıktan sonra, 4 ayrı kaba konurdu. Bu kapların her biri, Horus’un dört oğluna atfedilirdi ve onların koruması altına alınırdı. Kaplar da bu nedenle onların şeklinde yapılmaktaydı. Koruyucu bir tanrı olması ve uhrevi hayatla mumyalamayla ilişkilendirilmesi nedeniyle Neftis, akciğerlerin saklandığı kapla özdeşleştirilen babun başlı Tanrı Hapi’yi korumak da görevleri arasında yer almaktaydı.
History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill
31 Ağustos 2011 Çarşamba
30 Ağustos 2011 Salı
30 Ağustos...
Bugün dünya üzerinde yaklaşık 203 egemen devlet bulunmaktadır. Bunlardan 192 tanesi Birleşmiş Milletler'e üyedir ve Vatikan'la beraber bu 193 devlet, uluslararası tanınmış devlet olarak nitelendirilirler. Diğer on devlet, sınırlı şekilde tanınmış ya da tanınmamış devletlerdir ve içlerinde Tayvan, Kosova, Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Filistin, KKTC, Abhazya gibi devletler bulunur. Görüldüğü gibi, son derece sorunlu olan bu küçük devletçikler ve mikroulus denenler dışında dünyadaki devlet sayısı 193'tür.
Bu sayı, 1922'de 70 idi. Ancak bu sayıya aldanmamak gerekir; zirâ 1922, Birinci Dünya Savaşı denen fırtınanın yerinden oynatmış olduğu taşların bir kısmının havada hâlâ uçuştuğu, ama çoğunun nihayet yere düştüğü senedir. Ayrıca o 70 devletin çoğu 'devlet' olmalarına rağmen gerçek anlamda egemen değildir; bir kısmı Britanya İmparatorluğu, Fransa gibi güçlerin hakimiyetindedir; bir kısmı ise Çarlık Rusyası'nın kalıntıları üzerinde patlayan iç savaşın külleri üzerine kurulan Sovyetler Birliği'nin parçasıdır... ya da olmak üzeredir. Bunları çıkardığınızda, geriye 40, bilemediniz 50 tane devlet kalır geriye...
Bugün mevcut olan bu 193 devletin çoğu, geri kalanların sömürgeleriydiler ve onların da çoğu Afrika'da ve Asya'da bulunmaktaydı ve bir kısmı birtakım antlaşmalar yaparak sömürgeci egemen gücün mecbur kalmasından dolayı devletlerini kurabilmişlerken, bir kısmı da bu işgalcilerle göğüs göğüse çarpışarak binlerce insanını kaybetmek durumunda kalmıştı. Can çekişmekte olan Devlet-i Âliye'nin kurduğu 600 yıllık (ve bir zamanlar muhteşem şekilde işleyen) dünya sistemi paldır küldür 1910'ların sonunda Büyük Savaş'la çökerken, aynen düşmekte olan bir uçağı kurtarma çabasındaki yolcular arasından çıkan eski bir pilot gibi, Mustafa Kemal Paşa ve bu topraklarda yaşayan bu millet, canını dişine takarak ve topyekün bir mücadeleye girerek Anadolu'yu, yani Güneş'in Doğduğu Topraklar'ı bu topraklarda emperyalizmi en vahşi şekliyle hissettiren dünyanın en büyük güçlerine - Büyük Britanya İmparatorluğu'na ve Fransa'ya karşı ölesiye çarpıştılar. Bu mücadele işte bundan tam 88 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922'de Büyük Taaruz'un sonunda gelen muhteşem bir zaferle sona erdi... ve o gün, gerçekten büyük bir gün oldu; çünkü kabul edin ya da etmeyin, o gün dünya tarihi değişti.
Dünya tarihini kendi istediği gibi yazan birtakım dünya çapındaki çevreler, bu olayı son derece hafif geçiştirmekte hâlâ ısrar ederler. Ancak anlaşılması gereken bir nokta var: Bu savaş, ölmekte ve dünyadan silinmekte olan bir milletin, aynen efsanevi Zümrüd-ü Anka gibi küllerinden yeniden doğmasıdır ve bunu dünyanın en büyük güçlerine karşı gerçekleştirmesidir... Bizans İmparatorluğu'nun da 300 yıllık yeniden doğuşu hayalinin sonudur.
Evet, büyük şanstı, doğru. İtalyanlar, istedikleri toprakları alamayınca ellerindeki malzemeleri Millet Meclisi iktidarına devrettiler. Evet, Çarlık Rusyası yıkıldığı için Rusya Anadolu hareketine karşı mücadele edemedi, hatta onlara yardım bile etti. Evet, Sakarya Savaşı'ndan sonra Fransa da desteğini çekince Britanya yalnız kaldı, zaten biz Yunanistan'la savaştık, diğerleriyle değil...
Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığının ne olduğunu iyi anlamak gerekir ki, az önce saydıklarıma bakarak olay hafife alınmasın.
"Faşist! Dinsiz! Hain! Diktatör!" Bunları demek kolay. Onu Hitler'e, Mussolini'ye falan benzetmek de kolay, başka şeylerle suçlamak da. Ancak bu insanlar hakkında bazı insanlar ileri geri konuşurken, örneğin son 800 yıl içinde İran'ın başına gelen en büyük felaket için "Humeyni'yi seviyorum ben" derken ve paragrafın başındaki sözcükleri kendisinin orada konuşmasına olanak veren düzeni kuran kişiler için sarfetmeyi içinden geçirirken, kafalarını toparlayıp, yerden yere vurmaya kalktıkları bu önemli şahsiyeti tarihten çıkarıp bir alternatif tarih yazmaya kalksınlar, bakalım dünyanın şekli ne oluyor o zaman... ve kendileri nereye denk geliyor acaba, bunu iyi düşünmeleri gerek.
Sonuç: Atatürk, sadece kendi ülkesinin değil, yaptıklarıyla dünya üzerindeki büyük, küçük pek çok ülkenin kaderini değiştirdi. Ve bunun en önemli adımlarından birini de 30 Ağustos'ta attı. Türkiye'yi de o sayede yarattı. Bunu unutmamak lazım. Hepinizin Zafer Bayramı kutlu olsun...
Bu sayı, 1922'de 70 idi. Ancak bu sayıya aldanmamak gerekir; zirâ 1922, Birinci Dünya Savaşı denen fırtınanın yerinden oynatmış olduğu taşların bir kısmının havada hâlâ uçuştuğu, ama çoğunun nihayet yere düştüğü senedir. Ayrıca o 70 devletin çoğu 'devlet' olmalarına rağmen gerçek anlamda egemen değildir; bir kısmı Britanya İmparatorluğu, Fransa gibi güçlerin hakimiyetindedir; bir kısmı ise Çarlık Rusyası'nın kalıntıları üzerinde patlayan iç savaşın külleri üzerine kurulan Sovyetler Birliği'nin parçasıdır... ya da olmak üzeredir. Bunları çıkardığınızda, geriye 40, bilemediniz 50 tane devlet kalır geriye...
Bugün mevcut olan bu 193 devletin çoğu, geri kalanların sömürgeleriydiler ve onların da çoğu Afrika'da ve Asya'da bulunmaktaydı ve bir kısmı birtakım antlaşmalar yaparak sömürgeci egemen gücün mecbur kalmasından dolayı devletlerini kurabilmişlerken, bir kısmı da bu işgalcilerle göğüs göğüse çarpışarak binlerce insanını kaybetmek durumunda kalmıştı. Can çekişmekte olan Devlet-i Âliye'nin kurduğu 600 yıllık (ve bir zamanlar muhteşem şekilde işleyen) dünya sistemi paldır küldür 1910'ların sonunda Büyük Savaş'la çökerken, aynen düşmekte olan bir uçağı kurtarma çabasındaki yolcular arasından çıkan eski bir pilot gibi, Mustafa Kemal Paşa ve bu topraklarda yaşayan bu millet, canını dişine takarak ve topyekün bir mücadeleye girerek Anadolu'yu, yani Güneş'in Doğduğu Topraklar'ı bu topraklarda emperyalizmi en vahşi şekliyle hissettiren dünyanın en büyük güçlerine - Büyük Britanya İmparatorluğu'na ve Fransa'ya karşı ölesiye çarpıştılar. Bu mücadele işte bundan tam 88 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922'de Büyük Taaruz'un sonunda gelen muhteşem bir zaferle sona erdi... ve o gün, gerçekten büyük bir gün oldu; çünkü kabul edin ya da etmeyin, o gün dünya tarihi değişti.
Dünya tarihini kendi istediği gibi yazan birtakım dünya çapındaki çevreler, bu olayı son derece hafif geçiştirmekte hâlâ ısrar ederler. Ancak anlaşılması gereken bir nokta var: Bu savaş, ölmekte ve dünyadan silinmekte olan bir milletin, aynen efsanevi Zümrüd-ü Anka gibi küllerinden yeniden doğmasıdır ve bunu dünyanın en büyük güçlerine karşı gerçekleştirmesidir... Bizans İmparatorluğu'nun da 300 yıllık yeniden doğuşu hayalinin sonudur.
Evet, büyük şanstı, doğru. İtalyanlar, istedikleri toprakları alamayınca ellerindeki malzemeleri Millet Meclisi iktidarına devrettiler. Evet, Çarlık Rusyası yıkıldığı için Rusya Anadolu hareketine karşı mücadele edemedi, hatta onlara yardım bile etti. Evet, Sakarya Savaşı'ndan sonra Fransa da desteğini çekince Britanya yalnız kaldı, zaten biz Yunanistan'la savaştık, diğerleriyle değil...
Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığının ne olduğunu iyi anlamak gerekir ki, az önce saydıklarıma bakarak olay hafife alınmasın.
- Fransa da, Sovyetler de Sakarya'dan sonra çekildiler/yardım ettiler. Sakarya'ya kadar işi getirmek ve Sakarya'da o kadar süre dayanmak bir marifettir. Hem de mucizevi bir marifet.
- Britanya'nın yaptığı stratejik hataları avantaja dönüştürmek - savaş bittikten sonra savaşı uzatmak ve iktidarın halka olan desteğini yitirterek iktidarı zayıflatmak ve hatta sonunda düşürtmek, İtalyanlar'ı küstürtmek gibi - bir beceri, strateji ve zeka işidir. Diplomasi yeteneğidir.
- Artık dağılmakta olan İmparatorluğun dört bir yanında başlayan direniş hareketlerini tek bir merkezden toplamak, üstelik şeref ve haysiyetinden çok şey kaybetmiş merkezî hükümetin tüm bu çabaları durdurmaya yönelik tedbirlerine rağmen bunu yapabilmek, ayrıca bir yetenek ve başarıdır. Özümsenemeyecek kadar.
- Saydıklarımın hepsini, herkesi ortak bir paydada buluşturarak ve sözünü dinleterek yaptırmak ise apayrı bir beceridir ve tanrısal ya da değil, herhangi bir büyük mucizeye de eşdeğerdir. Çünkü; eğer Türkiye Cumhuriyeti şu an varsa, Türkçe hâlâ var olan bir dilse, tüm sorunlarına, çıkmazlarına, askeri müdahalelerine rağmen bağımsız bir Cumhuriyet ise, ve - işte dünyanın görmezden gelmek için kıvrandığı nokta burasıdır dikkat edin - başta Hindistan ve Pakistan olmak üzere; Tunus, Cezayir, Mozambik gibi bağımsızlıklarını savaşarak almak zorunda kalan ülkeler bu mücadeleden güç alarak kazanmışlarsa bağımsızlıklarını; işte o Mustafa Kemal Paşa ve ekibinin sayesindedir. Bu da büyük, dünya çapında bir mucizedir.
- Üstelik başını Atatürk'ün çektiği bu ekibin, köhneleşmiş olan bu yapılar silsilesini yıkıp yerine gelişime açık, modern bir yapıyı kurması da, hah işte o da bir mucize ve şanstır efendim.
"Faşist! Dinsiz! Hain! Diktatör!" Bunları demek kolay. Onu Hitler'e, Mussolini'ye falan benzetmek de kolay, başka şeylerle suçlamak da. Ancak bu insanlar hakkında bazı insanlar ileri geri konuşurken, örneğin son 800 yıl içinde İran'ın başına gelen en büyük felaket için "Humeyni'yi seviyorum ben" derken ve paragrafın başındaki sözcükleri kendisinin orada konuşmasına olanak veren düzeni kuran kişiler için sarfetmeyi içinden geçirirken, kafalarını toparlayıp, yerden yere vurmaya kalktıkları bu önemli şahsiyeti tarihten çıkarıp bir alternatif tarih yazmaya kalksınlar, bakalım dünyanın şekli ne oluyor o zaman... ve kendileri nereye denk geliyor acaba, bunu iyi düşünmeleri gerek.
Sonuç: Atatürk, sadece kendi ülkesinin değil, yaptıklarıyla dünya üzerindeki büyük, küçük pek çok ülkenin kaderini değiştirdi. Ve bunun en önemli adımlarından birini de 30 Ağustos'ta attı. Türkiye'yi de o sayede yarattı. Bunu unutmamak lazım. Hepinizin Zafer Bayramı kutlu olsun...
Etiketler:
20. Yüzyıl,
Anadolu,
Asya,
Ortadoğu,
Özel Günler,
Tarih,
Türkiye
27 Ağustos 2011 Cumartesi
İsis
Heliopolis Enneadı'nın üyesi olan İsis, Osiris'in kızkardeşi ve karısı, Set ve Neftis'in kardeşi, Horus'un annesi, Nut'un ve Geb'in kızı ve Şu ve Tefnut'un torunudur. Analık ve Bereket Tanrıçası olmasının yanında, büyü de İsis’in, tabiri caizse görev alanına girer. Ancak Eski Mısırca adı Aset olan İsis, bundan daha fazlasıdır.
İsis tüm İlkçağ’ın gelmiş geçmiş belki de en önemli Tanrıçasıdır, eğer Tanrısı da değilse tabii. Abydos ve Mısır’ın güneyindeki Philae adasındaki tapınak başta olmak üzere , Hellen ve Roma dünyasının pek çok yerinde tapınakları bulunmaktaydı. Roma’da, Pompeii’de (bakınız: Siyah beyaz tapınak fotoğrafı), hatta Britanya’da bile. Deltadaki Sebennitos kenti İsis’in en eski kült merkeziydi, ancak M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkan bu kült, zaman içinde tüm Akdeniz havzasına (ve hatta ötesine) yayıldı.
Peki neden?
İsis, Mısır’da güçlü bir tanrıçaydı. Osiris kültünün yükselişi ve Heliopolis Enneadı’nın iyice yerleşmesinin bunda etkisi vardı elbette. Eski Krallık merkezinin Memfis’te olması – yani Aşağı Mısır’da olması da bunu kolaylaştırmaktaydı tabii. Ancak İlkçağ’ın pagan dinlerinde – ve özellikle de Eski Mısır dininde – çok sık görülen tanrıların bazı özelliklerinin başka tanrılarca ele geçirilmesi veya bir tanrının bir ya da birden fazla tanrıyla birleştirilmesi – Amon-Ra’da olduğu gibi – İsis’in zaman içinde öneminin artmasını sağladı. Eski Mısır’ın önemli iki tanrısının – Bereket ve Aşk Tanrıçası Hator’la analık figürlerinden biri olan ve Amon’un karısı Mut’un özelliklerini bünyesine kattı. Sadece Eski Mısır dininin değil, başka dinlerin tanrılarıyla da birleşti; mesela Demeter ve Afrodit’in bazı özelliklerini, Hellenistik devirde ve Roma döneminde (M.Ö. 330 – M.S.500) kendisine kattı. Bunun yanında bazı tanrılarla üçlemeler de oluşturduğu oldu. Zaten var olan Osiris-İsis-Horus üçlüsü bir yana, Hellenistik devre ait İskenderiye kökenli Serapis ve Horus’tan türetilen Harpokrates’le üçlemeler içinde yer aldı.
İsis’in sembolleri arasında ebedi hayat, diriliş, bereket ve büyü gibi konseptlerin bulunması da, kültünü popülerleştirmişti. Ancak hepsinin ötesinde İsis bir Ana Tanrıça’ydı. Bir kere ideal bir eşti; kocasını seven, onun için kilometrelerce yol kat eden ve onu diriltmek için elinden geleni yapan biriydi. Sonra Horus’un annesiydi ve ideal anneydi; şefkatliydi, iyiydi, koruyucuydu, dinleyendi. Bu yönüyle günahkârların, kölelerin, ezilmiş, haksızlığa uğramışların, zanaatkârların dostuydu. Ayrıca hizmetkârların, asillerin, kralların, zenginlerin de dualarını dinlerdi. Ölülerin ve yeni doğanların koruyucusuydu. Aynı zamanda güçlüydü; kafasında bir tahttla tasvir edilirdi.
Şunu da bu noktada ifade etmekte fayda var; bu annelik konsepti ve özellikle Firavun/kralla özdeşleştirilen Horus’un çocuk formu ve bu ve bununla ilişkili kültlerin, Hıristiyanlık’taki Meryem Ana’yla Hz. İsa arasındaki ilişkinin de temelini oluşturduğu (bakınız: Çocuk Horus’a bakan Tanrıça İsis heykeli vs. Meryem Ana ve Çocuk İsa), hatta İsis kültünün bu kadar popüler olması nedeniyle de daha kolay yayılabildiği tezleri bulunmaktadır.
Koruyucu özelliği bulunması nedeniyle İsis, mumyalama sırasında çıkarılan organların saklandığı dört kapla özdeşleştirilen Horus'un dört oğlundan İmsety'yi de korumakla görevliydi.
İsis kültünün en temelindeyse büyü bulunmaktaydı. Büyü, İlkçağ’da çok güçlü bir araçtı ve gerek Mısırlılar, gerekse Romalılar ve Yunanlılar tarafından bu yönü de çok çekici gelmişti.
Bunun dışında İsis’in on bin tane ismi vardı; zira bunlardan biri ‘On Bin Adın Efendisi’ydi. Bunun dışında (bir kısmı Bakire Meryem’e de atfedilen) Cennetin Kraliçesi, Tanrıların Anası, Denizin Yıldızı gibi isimleri de bulunmaktaydı.
Başında taht olan bir kadın olarak tasvir edilmenin yanında, inek tanrıça Hator’u bünyesine kattığı için, kafasında iki boynuz arasına girmiş Güneş kursuyla da tasvir edilmekteydi. Tek başına ya da çocuk Horus’la beraber resmedildiği de olmuştur. Bunun dışında diz çökmüş ve kanatlarını açmış bir kadın/kuş biçiminde de betimlendiği olmuştur.
Hellen dünyasında kendi isminden türeyen kişi isimleri de üretilmiştir. “İsis’in hediyesi” anlamına İsidoros gibi (Gerçi bunun “Tanrı’nın hediyesi” biçimi Theodoros’u daha sık görmek mümkündür).
İlkçağdaki haliyle İsis kültü, dünya üstündeki son Mısır tapınağı olan Philae adasındaki tapınağın kapanmasıyla tarihe karışmıştır. Ancak birtakım neo-pagan inanışlar çerçevesinde tekrar tapılmaya başlanmıştır diyecek kadar ileri gitmek doğru olmasa da, ilgilenenler mevcuttur demekle yetinelim.
İsis tüm İlkçağ’ın gelmiş geçmiş belki de en önemli Tanrıçasıdır, eğer Tanrısı da değilse tabii. Abydos ve Mısır’ın güneyindeki Philae adasındaki tapınak başta olmak üzere , Hellen ve Roma dünyasının pek çok yerinde tapınakları bulunmaktaydı. Roma’da, Pompeii’de (bakınız: Siyah beyaz tapınak fotoğrafı), hatta Britanya’da bile. Deltadaki Sebennitos kenti İsis’in en eski kült merkeziydi, ancak M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkan bu kült, zaman içinde tüm Akdeniz havzasına (ve hatta ötesine) yayıldı.
Peki neden?
İsis, Mısır’da güçlü bir tanrıçaydı. Osiris kültünün yükselişi ve Heliopolis Enneadı’nın iyice yerleşmesinin bunda etkisi vardı elbette. Eski Krallık merkezinin Memfis’te olması – yani Aşağı Mısır’da olması da bunu kolaylaştırmaktaydı tabii. Ancak İlkçağ’ın pagan dinlerinde – ve özellikle de Eski Mısır dininde – çok sık görülen tanrıların bazı özelliklerinin başka tanrılarca ele geçirilmesi veya bir tanrının bir ya da birden fazla tanrıyla birleştirilmesi – Amon-Ra’da olduğu gibi – İsis’in zaman içinde öneminin artmasını sağladı. Eski Mısır’ın önemli iki tanrısının – Bereket ve Aşk Tanrıçası Hator’la analık figürlerinden biri olan ve Amon’un karısı Mut’un özelliklerini bünyesine kattı. Sadece Eski Mısır dininin değil, başka dinlerin tanrılarıyla da birleşti; mesela Demeter ve Afrodit’in bazı özelliklerini, Hellenistik devirde ve Roma döneminde (M.Ö. 330 – M.S.500) kendisine kattı. Bunun yanında bazı tanrılarla üçlemeler de oluşturduğu oldu. Zaten var olan Osiris-İsis-Horus üçlüsü bir yana, Hellenistik devre ait İskenderiye kökenli Serapis ve Horus’tan türetilen Harpokrates’le üçlemeler içinde yer aldı.
İsis’in sembolleri arasında ebedi hayat, diriliş, bereket ve büyü gibi konseptlerin bulunması da, kültünü popülerleştirmişti. Ancak hepsinin ötesinde İsis bir Ana Tanrıça’ydı. Bir kere ideal bir eşti; kocasını seven, onun için kilometrelerce yol kat eden ve onu diriltmek için elinden geleni yapan biriydi. Sonra Horus’un annesiydi ve ideal anneydi; şefkatliydi, iyiydi, koruyucuydu, dinleyendi. Bu yönüyle günahkârların, kölelerin, ezilmiş, haksızlığa uğramışların, zanaatkârların dostuydu. Ayrıca hizmetkârların, asillerin, kralların, zenginlerin de dualarını dinlerdi. Ölülerin ve yeni doğanların koruyucusuydu. Aynı zamanda güçlüydü; kafasında bir tahttla tasvir edilirdi.
Şunu da bu noktada ifade etmekte fayda var; bu annelik konsepti ve özellikle Firavun/kralla özdeşleştirilen Horus’un çocuk formu ve bu ve bununla ilişkili kültlerin, Hıristiyanlık’taki Meryem Ana’yla Hz. İsa arasındaki ilişkinin de temelini oluşturduğu (bakınız: Çocuk Horus’a bakan Tanrıça İsis heykeli vs. Meryem Ana ve Çocuk İsa), hatta İsis kültünün bu kadar popüler olması nedeniyle de daha kolay yayılabildiği tezleri bulunmaktadır.
Koruyucu özelliği bulunması nedeniyle İsis, mumyalama sırasında çıkarılan organların saklandığı dört kapla özdeşleştirilen Horus'un dört oğlundan İmsety'yi de korumakla görevliydi.
İsis kültünün en temelindeyse büyü bulunmaktaydı. Büyü, İlkçağ’da çok güçlü bir araçtı ve gerek Mısırlılar, gerekse Romalılar ve Yunanlılar tarafından bu yönü de çok çekici gelmişti.
Bunun dışında İsis’in on bin tane ismi vardı; zira bunlardan biri ‘On Bin Adın Efendisi’ydi. Bunun dışında (bir kısmı Bakire Meryem’e de atfedilen) Cennetin Kraliçesi, Tanrıların Anası, Denizin Yıldızı gibi isimleri de bulunmaktaydı.
Başında taht olan bir kadın olarak tasvir edilmenin yanında, inek tanrıça Hator’u bünyesine kattığı için, kafasında iki boynuz arasına girmiş Güneş kursuyla da tasvir edilmekteydi. Tek başına ya da çocuk Horus’la beraber resmedildiği de olmuştur. Bunun dışında diz çökmüş ve kanatlarını açmış bir kadın/kuş biçiminde de betimlendiği olmuştur.
Hellen dünyasında kendi isminden türeyen kişi isimleri de üretilmiştir. “İsis’in hediyesi” anlamına İsidoros gibi (Gerçi bunun “Tanrı’nın hediyesi” biçimi Theodoros’u daha sık görmek mümkündür).
İlkçağdaki haliyle İsis kültü, dünya üstündeki son Mısır tapınağı olan Philae adasındaki tapınağın kapanmasıyla tarihe karışmıştır. Ancak birtakım neo-pagan inanışlar çerçevesinde tekrar tapılmaya başlanmıştır diyecek kadar ileri gitmek doğru olmasa da, ilgilenenler mevcuttur demekle yetinelim.
26 Ağustos 2011 Cuma
Malazgirt'te Bizans
Bugün 26 Ağustos... Türk tarafının Kurtuluş Savaşı, Yunan tarafının Küçük Asya Felaketi dediği Türk-Yunan Savaşı'nın en önemli askeri olaylarından Büyük Taaruz'un başladığı gün bugün. Askeri dehası sayesinde Mustafa Kemal Paşa'nın planı başarılı olmuştu: Ordunun büyük bir bölümünü gizlice güneye kaydırmış, fakat kuzeyde kalan küçük bir bölümü de, sanki ordu hâlâ ordaymış hissi verecek şekilde manevralar yapma emri vermişti. Sürpriz bir saldırıyla başlayan çarpışmalar, birkaç gün içinde - 30 Ağustos'ta - zaferle sonuçlanacak, 9 Eylül'de de TBMM ordusu İzmir'e girerek Yunan birliklerini Anadolu topraklarından çıkaracaktı...
Ancak bu planın en kritik noktası olan baskının başarıya ulaşmış olmasının nedenlerinden biri de, tarihin seçimiydi. Böyle bir taaruza kalkışabilineceği Yunan ordusu tarafından hiç tahmin edilmemişti. Mustafa Kemal Paşa ise, tarihteki bir başka önemli savaşın tarihinden yola çıkarak 26 Ağustos'u belirlemişti. Eğer Yunan ordusu, bu tarihte çok daha dikkatli olsaydı, belki de Büyük Taaruz başarıya ulaşamayacaktı. O diğer savaş ise Anadolu'ya gelmekte olan Selçuklu ordusuyla, Anadolu'yu elinde tutmaya çalışan Bizans ordusu arasındaki 26 Ağustos 1071'de yapılan Malazgirt Savaşı'ydı.
Az çok biliriz tarih derslerinden: Selçuklular Anadolu'nun kapılarına dayanmaya başlar, sonunda ordular karşılaşır, devrin Bizans İmparatoru Romanos IV Diogenes'in ordusuyla Alparslan'ınki çarpışır ve Bizans ordusu kaybeder. Mağlup imparatora Alparslan iyi davranır ve yüksek bir fidyeyle evine geri yollar. Döndükten sonra da Romanos tahttan indilir; kısa bir süre sonra da ölür. Savaştan sonraki 25 yıl içinde Türkler İznik'e kadar gelirler, hatta onu başkent yaparlar ve Haçlı Seferleri'nin başlamasına neden olurlar...
Peki tüm bu olan biten basitçe iki ordu çarpışması sonucu birinin yenilmesinden mi ibaretti yani? Bizans o kadar acınacak bir devlet miydi ki gelip 25 yılda ufak tefek çarpışmalarla bu kadar şey kaybedebildi?
Ayasofya'yı yapan Bizans büyük bir devletti, kuşkusuz; ama bu büyüklüğünü Selçuklular gelene kadar kaybetmişti. Bunun ilk sebebi, daha Roma devrinden başlayan, 600 yıl süren ve son 250 yılında İran'da Sasani iktidarı sırasında iyice kızışan ve sertleşen Roma-İran Savaşları'ydı. O kadar ki, her iki imparatorluk da birbirinin başkentini bile kuşatabilmiş, fakat alamamıştı; yenişemiyorlardı bir türlü. Bu da tarafların çok ciddi olarak yıpranmasına neden olmuştu. Bu savaşlar, İmparatorluğun başına büyük dertler açacak ikinci sorunun Sasanileri ortadan kaldırmana kadar devam etti. O ikinci dert de İslamiyet'le Ortadoğu'da etkinlik kazanmaya başlayan Araplar'dı.
İslam İmparatorluğu, Bizans'a doğuda en ağır darbeyi vuran etken oldu. Hilafet orduları Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Tunus'u alarak Fas'a kadar ilerlemiş ve İspanya'ya çıkmıştı. Bizans, son derece önemli gelir ve yiyecek kaynağı olan bu eyaletlerinin kaybını bir daha asla telafi edemedi.
İslam İmparatorluğu kadar, Kuzeyden gelerek başına bela olan Slavlar ve özellikle Bulgarlar'ın Balkanlar'da yaptıkları yıkım da yıpratmıştı Bizans'ı. İtalya'daki etkinliğini sarsan Frank ve Lombardlar gibi barbarlar dışında, dini ve siyasi iç çatışmaları - taht mücadeleri ve ikonoklazm (ikon kırıcılık) gibi - de devleti oldukça yıpratmıştı.
İşte Türkler, Anadolu'ya geldikleri sırada karşılarında eski ihtişamının gölgesindeki bir hayli yıpranmış haldeki Bizans'la karşılaştı. İmparator Romanos IV Diogenes karmaşık bir dönemde, kurulu bir hanedanın olmadığı bir anda, evlilikle bir şekilde tahta çıkmayı başarmıştı. Ordusunun çoğunluğunu da paralı askerler oluşturuyordu. Zaten o yüzden yenilip evine döndüğünde, İstanbul'da güçlü olan Doukas ailesi tarafından tahttan indirilerek gözleri oyulmuş ve kısa bir süre sonra da Kınalıada'da ölmüştü ve o yüzden ordusu onu savaşın ortasında terk etmişti. Kısacası Selçuklular iyi savaşmış olabilirler; ama doğru yerde doğru zamanda oldukları için başarılı oldular biraz da.
Ancak bu planın en kritik noktası olan baskının başarıya ulaşmış olmasının nedenlerinden biri de, tarihin seçimiydi. Böyle bir taaruza kalkışabilineceği Yunan ordusu tarafından hiç tahmin edilmemişti. Mustafa Kemal Paşa ise, tarihteki bir başka önemli savaşın tarihinden yola çıkarak 26 Ağustos'u belirlemişti. Eğer Yunan ordusu, bu tarihte çok daha dikkatli olsaydı, belki de Büyük Taaruz başarıya ulaşamayacaktı. O diğer savaş ise Anadolu'ya gelmekte olan Selçuklu ordusuyla, Anadolu'yu elinde tutmaya çalışan Bizans ordusu arasındaki 26 Ağustos 1071'de yapılan Malazgirt Savaşı'ydı.
Az çok biliriz tarih derslerinden: Selçuklular Anadolu'nun kapılarına dayanmaya başlar, sonunda ordular karşılaşır, devrin Bizans İmparatoru Romanos IV Diogenes'in ordusuyla Alparslan'ınki çarpışır ve Bizans ordusu kaybeder. Mağlup imparatora Alparslan iyi davranır ve yüksek bir fidyeyle evine geri yollar. Döndükten sonra da Romanos tahttan indilir; kısa bir süre sonra da ölür. Savaştan sonraki 25 yıl içinde Türkler İznik'e kadar gelirler, hatta onu başkent yaparlar ve Haçlı Seferleri'nin başlamasına neden olurlar...
Peki tüm bu olan biten basitçe iki ordu çarpışması sonucu birinin yenilmesinden mi ibaretti yani? Bizans o kadar acınacak bir devlet miydi ki gelip 25 yılda ufak tefek çarpışmalarla bu kadar şey kaybedebildi?
Ayasofya'yı yapan Bizans büyük bir devletti, kuşkusuz; ama bu büyüklüğünü Selçuklular gelene kadar kaybetmişti. Bunun ilk sebebi, daha Roma devrinden başlayan, 600 yıl süren ve son 250 yılında İran'da Sasani iktidarı sırasında iyice kızışan ve sertleşen Roma-İran Savaşları'ydı. O kadar ki, her iki imparatorluk da birbirinin başkentini bile kuşatabilmiş, fakat alamamıştı; yenişemiyorlardı bir türlü. Bu da tarafların çok ciddi olarak yıpranmasına neden olmuştu. Bu savaşlar, İmparatorluğun başına büyük dertler açacak ikinci sorunun Sasanileri ortadan kaldırmana kadar devam etti. O ikinci dert de İslamiyet'le Ortadoğu'da etkinlik kazanmaya başlayan Araplar'dı.
İslam İmparatorluğu, Bizans'a doğuda en ağır darbeyi vuran etken oldu. Hilafet orduları Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Tunus'u alarak Fas'a kadar ilerlemiş ve İspanya'ya çıkmıştı. Bizans, son derece önemli gelir ve yiyecek kaynağı olan bu eyaletlerinin kaybını bir daha asla telafi edemedi.
İslam İmparatorluğu kadar, Kuzeyden gelerek başına bela olan Slavlar ve özellikle Bulgarlar'ın Balkanlar'da yaptıkları yıkım da yıpratmıştı Bizans'ı. İtalya'daki etkinliğini sarsan Frank ve Lombardlar gibi barbarlar dışında, dini ve siyasi iç çatışmaları - taht mücadeleri ve ikonoklazm (ikon kırıcılık) gibi - de devleti oldukça yıpratmıştı.
İşte Türkler, Anadolu'ya geldikleri sırada karşılarında eski ihtişamının gölgesindeki bir hayli yıpranmış haldeki Bizans'la karşılaştı. İmparator Romanos IV Diogenes karmaşık bir dönemde, kurulu bir hanedanın olmadığı bir anda, evlilikle bir şekilde tahta çıkmayı başarmıştı. Ordusunun çoğunluğunu da paralı askerler oluşturuyordu. Zaten o yüzden yenilip evine döndüğünde, İstanbul'da güçlü olan Doukas ailesi tarafından tahttan indirilerek gözleri oyulmuş ve kısa bir süre sonra da Kınalıada'da ölmüştü ve o yüzden ordusu onu savaşın ortasında terk etmişti. Kısacası Selçuklular iyi savaşmış olabilirler; ama doğru yerde doğru zamanda oldukları için başarılı oldular biraz da.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Set
Eski Mısır Dini'nin çöl, fırtına, kaos ve karanlıklar tanrısı olan Set, Heliopolis Enneadı’nın bir üyesiydi; Osiris, İsis ve Neftis’in kardeşi (aynı zamanda Neftis’in kocası), Anubis’in babası, Horus’un amcası, Nut’la Geb’in oğlu, Şu’yla Tefnut’un torunuydu. Yukarı ve Aşağı Mısır birleşmeden önceki dönemin arkeolojideki adı olan Nakada Kültürü’ne adını veren kent (Eski Mısırcası Nubt), Set’in en önemli kült merkezlerinden biriydi. Şa adı verilen, Set hayvanı da denen ve köpeğe benzeyen bir hayvanın başına sahip bir insan olarak tasvir edilirdi. Sembollerinden biri, was denen ve gücü temsil eden tanrıların asasıydı. Asanın üst kısmının şekli, Set hayvanının başı şeklindeydi. Söz konusu hayvanın çölde yaşayan bir köpekgilden ya da çakaldan etkilendiği tahmin edilmektedir. Set hayvanı dışında antilop, su aygırı, timsah, akrep ve yaban domuzu Set’le özdeşleştirilen kutsal hayvanlardı. Set hayvanına ilişkin tasvirler M.Ö. 4000’e kadar gitmektedir.
Set’e tapınma Mısır’ın tarihsel gelişimiyle yakından ilgili bir şekilde gelişim ve değişim göstermiş; kimi zaman artmış, kimi zaman tapınakları ve tasvirleri tahrip edilmeye varacak düzeyde azalmıştır. Set Yukarı Mısır’ın, Osiris’in oğlu Horus Aşağı Mısır’ın koruyucusuydu. Eski Krallık başlarken, yani Yukarı Mısır’la Aşağı Mısır birleştiğinde, iki tanrı Mısır’ın birleştiricileri olarak anılan tanrılardı. Horus Firavun’la özdeşleşirken, Set de Güneş Tanrısı Ra’nın koruyucusuydu. Ancak, gerek Osiris’in daha ortaya çıkması, gerekse siyasi nedenlerle Set’in Horus ve Osiris karşısında bir bakıma güç kaybetmesi, Set’e tapınmanın azalmasına neden oldu. Şöyle ki; Set’le Horus arasındaki şiddetli mücadele, birkaç kez Ennead tanrılarının huzurunda olmak üzere, sonunda Horus’un galibiyetiyle sonuçalanmasına neden oldu. (Gerçi miti Osiris’i anlatırken anlattım ve Horus’ta bir daha anlatacağım başka boyutlarıyla ama, Set bu mücadele sonucunda inanışa göre Osiris’in bedenini Ennead Tanrıları tarafından sonsuza kadar sırtında taşımaya mahkum edildi.) Bunun siyasi sonucu, Osiris’in tahtını Horus’a devretmesi ve bu nedenle de tahta geçme sırasının Eski Mısır’da babadan oğula olmasının dinin temelini oldu. Bu sayede Firavun’un kardeşleri tahtta hak iddia edemediler – en azından oğlu olduğu sürece.
Diğer yandan, mesela Yeni Krallık döneminde Set’e olan ilgi artmıştır. Bunun da başlıca nedeni yine tarihseldi; zira Set, İkinci Ara Dönem denen ve Orta Krallığı kuzeyden gelerek yıkan ve Aşağı Mısır’da kendi krallıklarını kuran Hiksoslar’ın tanrıları Sutekh ile özdeşleştirilmişti. Hiksoslar’ın başkenti Avaris kökenli olan 19. Hanedan’ın ilk Firavunu I. Ramses’in Set kültüyle yakın bağları vardı. Bu nedenle bu hanedan döneminde Set’in etkisi artmış ve Yeni Krallık yıkılıncaya kadar da devam etmiştir. Öyle ki, bu dönemdeki bazı Firavunlar Set’i kraliyet isimlerinde kullanmışlardır; I. Seti, II. Seti ve Setnakht’ta olduğu gibi.
Üçüncü Ara Dönem’den, yani M.Ö. 1080’den itibaren Set kültünün terk edildiğini görüyoruz. Pek çok tapınakta Set, Tot ve Sobek’le değiştirilmiştir. İyice ilerleyen dönemlerde de bir canavara dönüştürülmüştür. Pagan inanışın Roma İmparatorluğu’nda yasaklanmasıyla birlikte (M.S. 380), Set’e tapınma da tamamen ortadan kalkmıştır.
Set’e tapınma Mısır’ın tarihsel gelişimiyle yakından ilgili bir şekilde gelişim ve değişim göstermiş; kimi zaman artmış, kimi zaman tapınakları ve tasvirleri tahrip edilmeye varacak düzeyde azalmıştır. Set Yukarı Mısır’ın, Osiris’in oğlu Horus Aşağı Mısır’ın koruyucusuydu. Eski Krallık başlarken, yani Yukarı Mısır’la Aşağı Mısır birleştiğinde, iki tanrı Mısır’ın birleştiricileri olarak anılan tanrılardı. Horus Firavun’la özdeşleşirken, Set de Güneş Tanrısı Ra’nın koruyucusuydu. Ancak, gerek Osiris’in daha ortaya çıkması, gerekse siyasi nedenlerle Set’in Horus ve Osiris karşısında bir bakıma güç kaybetmesi, Set’e tapınmanın azalmasına neden oldu. Şöyle ki; Set’le Horus arasındaki şiddetli mücadele, birkaç kez Ennead tanrılarının huzurunda olmak üzere, sonunda Horus’un galibiyetiyle sonuçalanmasına neden oldu. (Gerçi miti Osiris’i anlatırken anlattım ve Horus’ta bir daha anlatacağım başka boyutlarıyla ama, Set bu mücadele sonucunda inanışa göre Osiris’in bedenini Ennead Tanrıları tarafından sonsuza kadar sırtında taşımaya mahkum edildi.) Bunun siyasi sonucu, Osiris’in tahtını Horus’a devretmesi ve bu nedenle de tahta geçme sırasının Eski Mısır’da babadan oğula olmasının dinin temelini oldu. Bu sayede Firavun’un kardeşleri tahtta hak iddia edemediler – en azından oğlu olduğu sürece.
Diğer yandan, mesela Yeni Krallık döneminde Set’e olan ilgi artmıştır. Bunun da başlıca nedeni yine tarihseldi; zira Set, İkinci Ara Dönem denen ve Orta Krallığı kuzeyden gelerek yıkan ve Aşağı Mısır’da kendi krallıklarını kuran Hiksoslar’ın tanrıları Sutekh ile özdeşleştirilmişti. Hiksoslar’ın başkenti Avaris kökenli olan 19. Hanedan’ın ilk Firavunu I. Ramses’in Set kültüyle yakın bağları vardı. Bu nedenle bu hanedan döneminde Set’in etkisi artmış ve Yeni Krallık yıkılıncaya kadar da devam etmiştir. Öyle ki, bu dönemdeki bazı Firavunlar Set’i kraliyet isimlerinde kullanmışlardır; I. Seti, II. Seti ve Setnakht’ta olduğu gibi.
Üçüncü Ara Dönem’den, yani M.Ö. 1080’den itibaren Set kültünün terk edildiğini görüyoruz. Pek çok tapınakta Set, Tot ve Sobek’le değiştirilmiştir. İyice ilerleyen dönemlerde de bir canavara dönüştürülmüştür. Pagan inanışın Roma İmparatorluğu’nda yasaklanmasıyla birlikte (M.S. 380), Set’e tapınma da tamamen ortadan kalkmıştır.
21 Ağustos 2011 Pazar
Osiris
Eski Mısır Panteonu’nun en önemli tanrılarından, Heliopolis Ennadı’nın üyesi ve Yeraltı Dünyası’nın Tanrısı Osiris (Eski Mısırca Asar), Şu’yla Tefnut’un torunu, Nut’la Geb’in oğlu, (aynı zamanda karısı olan) İsis, Neftis ve Set’in kardeşi, Horus’un babasıdır. En önemli tapınağı Abdjedu’da (Abydos) bulunmaktaydı. Atef adlı, sadece kendisine özgü bir taç takardı. Bu taç, Yukarı Mısır’ın Beyaz Tacı Hedjet’in iki tarafına eklenmiş birer tüyden ibaretti. Mumyalanmış ve teni yeşil renkli olarak tasvir edilirdi. Yeşil renk yeniden doğuşu temsil etmekteydi.
Osiris’le ilgili en önemli mit İsis, Set ve Neftis’in içinde geçtiği mittir ve Mısır dininin en önemli mitlerinden biridir. Buna göre o sırada Mısır’ın kralı olan Osiris’in erkek kardeşi Set, Osiris’i kıskanmakta ve ondan kurtulmak istemektedir. Aklına bir plan gelir. Sadece Osiris’in sığacağı büyüklükte bir tabut hazırlatacak, bir parti sırasında bu tabutu getirecek ve kim içine sığarsa ona vereceğini söyleyecekti. Aynen de oldu, kimse sığmadı, bir tek Osiris içine girebildi. Ancak bunun olmasıyla birlikte Set ve arkadaşları tabutun üstüne atlayarak kilitlediler ve onu Nil’e attılar. Osiris’in kızkardeşi ve karısı İsis ve diğer kızkardeşi Neftis, onu diriltmek için yollara düşer. İsis, Osiris’in vücudunu ve tabutu Biblos’ta (bugünkü Lübnan’da) bulur. Bulduktan sonra onu uygun bir ayinle ölüler dünyasına göndermek üzere Mısır’a getirir. Ne var ki, yolda dönerken İsis’in bataklığa gizlemiş olduğu Osiris’in tabutunu, orda avlanmakta olan Set bulur. Diritlmesini önlemek için Osiris’i 14 parçaya ayırıp Mısır’ın dört bir yanına fırlatır (bir yıldaki dolunay sayısı 12-14 arasıdır; 14’ün sebebi budur). İsis, Osiris’in fallusu dışında kalan 13 parçayı bulur, 14. parçaysa Set’in dostu olan Nil’de yaşayan bir balık tarafından yutulur. Kayıp parçanın yerine onun altından yapılmış bir kopyasını koyar ve Osiris’i Anubis’e mumyalatarak dirilttirir. Böylece Osiris, Yeraltı Dünyası Tanrısı olur; Set ise diğer tanrılar tarafından Osiris’in vücudunu ebediyen sırtında taşımaya mahkum edilir. Oğlu Horus da ayrıca babasının intikamını alır, ama onu Horus’u yazarken anlatayım artık.
Edindiği bu rol nedeniyle Osiris, aynı zamanda ölümlerinde firavunlarla (ilerki dönemde herkesle) özdeşleştirilmiştir. Her ölen firavun bir ‘Osiris’ olur ve Tanrı Osiris’le birleşir.
Yeniden dirilişle ve fallusunun Nil’de yaşayan bir balıkla ilişkilendirilmesi, Osiris’in aynı zamanda bir bereket tanrısı olmasına da neden olmuştur. Eski Mısır inancına göre Nil taşkınlarının olması gerektiği gibi gerçekleşebilmesi, Osiris’in isteğine bağlıdır.
Osiris, Ptolemy hanedanı döneminde Mısır’ın Hellenleşmesi’yle birlikte, Zeus’la birleştirilerek Serapis adında bir tanrının da Mısır temelini oluşturur. Tapınaklarına da Serapeum denirdi. Bunların en önemlisi İskenderiye’de bulunmaktaydı; M.S. 391’de İskenderiye Patriği Theophilus tarafından dolduruşa getirilen şehrin Hıristiyanları tarafından yok edilmiştir.
M.Ö. 3000 civarından beri tapılan Osiris kültünün son tapınağı olan Philae Adası’ndaki Tapınak, Roma İmparatoru Theodosius’un 380’deki Fermanı’nın gazabından kurtulmuştu. Ancak Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen’in bu tür şeylere tahammülü yoktu; bu nedenle M.S. 6. yy’da Jüstinyen’in emriyle bu tapınak da kapatıldı.
Osiris’le ilgili en önemli mit İsis, Set ve Neftis’in içinde geçtiği mittir ve Mısır dininin en önemli mitlerinden biridir. Buna göre o sırada Mısır’ın kralı olan Osiris’in erkek kardeşi Set, Osiris’i kıskanmakta ve ondan kurtulmak istemektedir. Aklına bir plan gelir. Sadece Osiris’in sığacağı büyüklükte bir tabut hazırlatacak, bir parti sırasında bu tabutu getirecek ve kim içine sığarsa ona vereceğini söyleyecekti. Aynen de oldu, kimse sığmadı, bir tek Osiris içine girebildi. Ancak bunun olmasıyla birlikte Set ve arkadaşları tabutun üstüne atlayarak kilitlediler ve onu Nil’e attılar. Osiris’in kızkardeşi ve karısı İsis ve diğer kızkardeşi Neftis, onu diriltmek için yollara düşer. İsis, Osiris’in vücudunu ve tabutu Biblos’ta (bugünkü Lübnan’da) bulur. Bulduktan sonra onu uygun bir ayinle ölüler dünyasına göndermek üzere Mısır’a getirir. Ne var ki, yolda dönerken İsis’in bataklığa gizlemiş olduğu Osiris’in tabutunu, orda avlanmakta olan Set bulur. Diritlmesini önlemek için Osiris’i 14 parçaya ayırıp Mısır’ın dört bir yanına fırlatır (bir yıldaki dolunay sayısı 12-14 arasıdır; 14’ün sebebi budur). İsis, Osiris’in fallusu dışında kalan 13 parçayı bulur, 14. parçaysa Set’in dostu olan Nil’de yaşayan bir balık tarafından yutulur. Kayıp parçanın yerine onun altından yapılmış bir kopyasını koyar ve Osiris’i Anubis’e mumyalatarak dirilttirir. Böylece Osiris, Yeraltı Dünyası Tanrısı olur; Set ise diğer tanrılar tarafından Osiris’in vücudunu ebediyen sırtında taşımaya mahkum edilir. Oğlu Horus da ayrıca babasının intikamını alır, ama onu Horus’u yazarken anlatayım artık.
Edindiği bu rol nedeniyle Osiris, aynı zamanda ölümlerinde firavunlarla (ilerki dönemde herkesle) özdeşleştirilmiştir. Her ölen firavun bir ‘Osiris’ olur ve Tanrı Osiris’le birleşir.
Yeniden dirilişle ve fallusunun Nil’de yaşayan bir balıkla ilişkilendirilmesi, Osiris’in aynı zamanda bir bereket tanrısı olmasına da neden olmuştur. Eski Mısır inancına göre Nil taşkınlarının olması gerektiği gibi gerçekleşebilmesi, Osiris’in isteğine bağlıdır.
Osiris, Ptolemy hanedanı döneminde Mısır’ın Hellenleşmesi’yle birlikte, Zeus’la birleştirilerek Serapis adında bir tanrının da Mısır temelini oluşturur. Tapınaklarına da Serapeum denirdi. Bunların en önemlisi İskenderiye’de bulunmaktaydı; M.S. 391’de İskenderiye Patriği Theophilus tarafından dolduruşa getirilen şehrin Hıristiyanları tarafından yok edilmiştir.
M.Ö. 3000 civarından beri tapılan Osiris kültünün son tapınağı olan Philae Adası’ndaki Tapınak, Roma İmparatoru Theodosius’un 380’deki Fermanı’nın gazabından kurtulmuştu. Ancak Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen’in bu tür şeylere tahammülü yoktu; bu nedenle M.S. 6. yy’da Jüstinyen’in emriyle bu tapınak da kapatıldı.
18 Ağustos 2011 Perşembe
Geb
Heliopolis Enneadı’nın bir üyesi olan Yeryüzü Tanrısı Geb, Nut’un kocası; Osiris, İsis, Set ve Neftis’in babası, Şu ve Tefnut’un oğlu ve Atum’la Iusaaset’in torunudur. Eski Mısırlılar Geb’in kahkahalarının depremleri meydana getirdiğine ve ekinlerin yetişmesine izin verdiğine inanırlardı.
Geb, yere uzanmış bir adam olarak tasvir edilirdi. Bu tasvir genelde karısı ve kızkardeşi Gökyüzü Tanrıçası Nut’un ters ‘u’ şeklinde onun üzerinde duruşuyla birlikte olurdu. Şu ve Tefnut tarafından yaratıldıktan sonra, öncesinde Nut’la ‘birleşik’ olan Geb, Hava Tanrısı Şu’nun aralarına girmesiyle ondan ayrılmıştır.
İlerleyen dönemlerde Geb, oğlu Osiris ve Tanrı Min gibi yeraltı dünyasıyla özdeşleştirilmiş, Osiris’ten önce Mısır tahtında oturan bir kral olarak değerlendirilmiştir. Yeraltı Dünyasıyla özdeşleştirilmesi, Eski Mısırlılarca bitki örtüsüyle de ilişkilendirilmesi sonucuna neden olmuştur; mesela kaburgalarında Mısır için çok önemli bir yiyecek kaynağı olan arpa yetiştiği düşünülürdü.
Yeraltı dünyasıyla, bitki örtüsüyle ve kraliyetle bağlantısı, Geb’e bir rol daha yakıştırılmasına neden olmuştu. Şöyle ki, Eski Mısır inancına göre bir kişinin ruhu beş bölümden oluşuyordu: Ren, Ba, Ka, Ib ve Şeut. Ren kişinin adı, Ba kişiliği, Ka ruhsal varlığı, Ib metafiziksel anlamdan kalbi, Şeut da gölgesiydi. İlerleyen dönemlerde zaten bunların da açıklamasını yazıp çizeceğim, ancak şimdi daha fazla konudan sapmaya neden olacağı için burda kesiyorum bunu. Dönelim Geb’e. Geb’in yeraltı dünyasıyla bağlantı kurulması, Ren’in koruyucusu olduğuna inanılan yılan başlı Tanrıça Renenutet’in de kocası olarak tasvirine neden olmuştu. Renenutet’in kızı (bazen de oğlu) olan Nehebkau da, ölümden sonra Ka ile Ba’nın birleşmesinden sorumluydu ve o da yılan şeklindeydi. Bu nedenlerle Geb, bazen yılan şeklinde de tasvir edilmiştir.
Geb, yere uzanmış bir adam olarak tasvir edilirdi. Bu tasvir genelde karısı ve kızkardeşi Gökyüzü Tanrıçası Nut’un ters ‘u’ şeklinde onun üzerinde duruşuyla birlikte olurdu. Şu ve Tefnut tarafından yaratıldıktan sonra, öncesinde Nut’la ‘birleşik’ olan Geb, Hava Tanrısı Şu’nun aralarına girmesiyle ondan ayrılmıştır.
İlerleyen dönemlerde Geb, oğlu Osiris ve Tanrı Min gibi yeraltı dünyasıyla özdeşleştirilmiş, Osiris’ten önce Mısır tahtında oturan bir kral olarak değerlendirilmiştir. Yeraltı Dünyasıyla özdeşleştirilmesi, Eski Mısırlılarca bitki örtüsüyle de ilişkilendirilmesi sonucuna neden olmuştur; mesela kaburgalarında Mısır için çok önemli bir yiyecek kaynağı olan arpa yetiştiği düşünülürdü.
Yeraltı dünyasıyla, bitki örtüsüyle ve kraliyetle bağlantısı, Geb’e bir rol daha yakıştırılmasına neden olmuştu. Şöyle ki, Eski Mısır inancına göre bir kişinin ruhu beş bölümden oluşuyordu: Ren, Ba, Ka, Ib ve Şeut. Ren kişinin adı, Ba kişiliği, Ka ruhsal varlığı, Ib metafiziksel anlamdan kalbi, Şeut da gölgesiydi. İlerleyen dönemlerde zaten bunların da açıklamasını yazıp çizeceğim, ancak şimdi daha fazla konudan sapmaya neden olacağı için burda kesiyorum bunu. Dönelim Geb’e. Geb’in yeraltı dünyasıyla bağlantı kurulması, Ren’in koruyucusu olduğuna inanılan yılan başlı Tanrıça Renenutet’in de kocası olarak tasvirine neden olmuştu. Renenutet’in kızı (bazen de oğlu) olan Nehebkau da, ölümden sonra Ka ile Ba’nın birleşmesinden sorumluydu ve o da yılan şeklindeydi. Bu nedenlerle Geb, bazen yılan şeklinde de tasvir edilmiştir.
15 Ağustos 2011 Pazartesi
Nut
Heliopolis Enneadı'nın bir parçası olan Gökyüzü Tanrıçası Nut, Tanrı Atum ve Tanrıça Iusaaset'in torunu, Hava Tanrısı Şu ve Rutubet Tanrıçası Tefnut'un kızı, Yeryüzü Tanrısı Geb'in kızkardeşi ve Osiris, Set, İsis ve Neftis'in annesidir. Çok geç dönemlerde Nut'un (mesela Hellenistik dönemde) bir beşinci çocuğu daha vardır: Ra ile Horus'un birleşiminden oluşan Ra-Harakthy.
Pek çok mitolojidekinin aksine, Mısır mitolojisinde gökyüzünün 'Tanrıçası' olması, yeryüzünün de bir 'Tanrısı'nın olması sıradışı bir olaydır; zira genelde tam tersidir; Gaia vs Uranus'ta olduğu gibi.
Nut ile Geb, yani gökyüzü ile yeryüzü, babaları Şu - yani hava tarafından ayrılıncaya kadar sonsuz bir cinsel ilişki döngüsü içinde yer alıyorlardı; bu ilişkinin sonucunda da dört çocukları olmuştu. Ancak Ra-Harakthy eklendikten sonra mitlerde şu şekilde bir değişiklik olur:
Tanrılar tarafından çocuk sahibi olması yasaklanan Nut, çocuk sahibi olabilmesi için sorunu çözmek amacıyla Bilgelik Tanrısı Tot'un yardımını ister. Tot, güçlü duygular beslediği Nut'a yardım edebilmek için Ay Tanrısı Konsu'yla bahis oynar. Bahsi kaybeden Konsu, Tot'a kendi ışığından beş günlük bir zaman verir. Kazandığı beş günü, o zamana kadar 360 günlük Mısır Takvimi'nin sonuna ekler ve takvim 365 gün olur. Tanrıların takviminde yer almadığı için farkına varmazlar ve Nut o beş günün her günü birer çocuk dünyaya getirir: Osiris, Set, İsis, Neftis ve Hareoris (Ra-Harakhty).
Gökyüzü dışında gökyüzündeki tüm nesnelerin de tanrıçası olması nedeniyle Nut'un ölülerin ruhlarını ahirete geçtikten sonra korumak gibi bir görevi de bulunmaktaydı. Bu sebeple ay ve güneş gibi nesneler, battıkları zaman Nut tarafından yutulurlar ve sabah oluncaya kadar, o süreyi Nut'un koruması altında karnında geçirirler. Sabahleyin de tekrar doğarlar. Bunun yanında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra İsis tarafından diriltilerek, bir merdiven kullanarak Nut'a çıkar ve ölüler diyarının tanrısı olur. Bu da ölülerin dostu ve ahiret hayatıyla ilgili önemli bir tanrıça olduğunu göstermektedir.
Pek çok mitolojidekinin aksine, Mısır mitolojisinde gökyüzünün 'Tanrıçası' olması, yeryüzünün de bir 'Tanrısı'nın olması sıradışı bir olaydır; zira genelde tam tersidir; Gaia vs Uranus'ta olduğu gibi.
Nut ile Geb, yani gökyüzü ile yeryüzü, babaları Şu - yani hava tarafından ayrılıncaya kadar sonsuz bir cinsel ilişki döngüsü içinde yer alıyorlardı; bu ilişkinin sonucunda da dört çocukları olmuştu. Ancak Ra-Harakthy eklendikten sonra mitlerde şu şekilde bir değişiklik olur:
Tanrılar tarafından çocuk sahibi olması yasaklanan Nut, çocuk sahibi olabilmesi için sorunu çözmek amacıyla Bilgelik Tanrısı Tot'un yardımını ister. Tot, güçlü duygular beslediği Nut'a yardım edebilmek için Ay Tanrısı Konsu'yla bahis oynar. Bahsi kaybeden Konsu, Tot'a kendi ışığından beş günlük bir zaman verir. Kazandığı beş günü, o zamana kadar 360 günlük Mısır Takvimi'nin sonuna ekler ve takvim 365 gün olur. Tanrıların takviminde yer almadığı için farkına varmazlar ve Nut o beş günün her günü birer çocuk dünyaya getirir: Osiris, Set, İsis, Neftis ve Hareoris (Ra-Harakhty).
Gökyüzü dışında gökyüzündeki tüm nesnelerin de tanrıçası olması nedeniyle Nut'un ölülerin ruhlarını ahirete geçtikten sonra korumak gibi bir görevi de bulunmaktaydı. Bu sebeple ay ve güneş gibi nesneler, battıkları zaman Nut tarafından yutulurlar ve sabah oluncaya kadar, o süreyi Nut'un koruması altında karnında geçirirler. Sabahleyin de tekrar doğarlar. Bunun yanında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra İsis tarafından diriltilerek, bir merdiven kullanarak Nut'a çıkar ve ölüler diyarının tanrısı olur. Bu da ölülerin dostu ve ahiret hayatıyla ilgili önemli bir tanrıça olduğunu göstermektedir.
14 Ağustos 2011 Pazar
İlkçağın Yedi Harikası
Sidonlu Antipater'in bundan yaklaşık 2250 yıl önce hazırladığı bir listedir Antik Çağın Yedi Harikası. Ve bu liste, Büyük İskender'in kısa ömründe dünyanın öbür ucuna gitmek suretiyle kurduğu imparatorluğu içindeki 'mutlaka görülmesi gereken' yerleri ifade eden bir turistik listeden başka bir şey değildir aslında. Evet, ilkçağda da insanlar - günümüzdeki kadar olmasa da - turistik geziler yapmakta, dünyayı bir şekilde dolaşmaktalardı. Turizm o dönemde de bir gelir kaynağıydı. Gerçi o kadar güvenli değildi belki bu kadar yeri gezmek; zaten o yüzden pek azdı hepsini birden görme şansını yakalayanlar... ancak yine de, Antipater yaptığı bu listeyle hem dönemini, hem de kendinden sonra gelenleri etkilemeyi, cezbetmeyi, onlara ilham kaynağı olmayı başardı şüphesiz. Değil mi ama, insanlar bu listeden etkilenip 'Yeni Yedi Harika'yı seçmek için kampanyalar düzenlediler, yarışmalar yaptılar... Ayasofya girsin diye az mı uğraştık o modern listeye... Antipater'in 7'lik listesi sebebiyle oldu bütün bunlar.
Peki neydi bu yedi yapı? Neden bu yedi yapıydı ve neden yedi taneler?
Cevaplamaya sondan başlayalım: 7 taneler, çünkü Eski Yunanlılar - ki Helen demek daha doğru, Antipater'in memleketi Sidon, bugün Lübnan'da bulunan Sayda kentinden başkası değildir ve eski bir Finike kolonisidir, yani Yunan değildir ama kültürel olarak Yunan'dan etkilenmiştir - bu sayıyı kutsal saymaktaydılar. Gerçi tek bu sayıyı kutsallık katanlar Yunanlılar değildir; Roma'nın ve sonradan İstanbul'un yedi tepeliliği, Museviler'in kutsal şamdanları Menorah'ın iki türünden birinin yedi kollu oluşu (diğeri dokuz kolludur), haftanın gün sayısının yedi olması, en azından bir dönem Kâbe'nin ortasında bulunduğu Mescid-i Haram'ın yedi minareli olması, Roma Krallığı'nın yedi kralının olması, Yedi Büyük Günah, hatta belki de kart oyunundaki pis yedili lafı bile yediye insanoğlunun yakıştırmasıdır. Kıssadan hisse, yedinin sebebi budur.
Peki bunlar nelerdi? İşte liste:
Gelelim bu yedi yapı olmasının sebebine: Şüphesiz, ilkçağ bir sürü değerli, güzel, gösterişli, ihtişamlı, insanları gördüklerinde büyüleyen, hatta şaşırtan yapılara, eserlere sahipti. Ancak anlaşılan Antipater, İskender'in imparatorluğu sınırları içinde - yani Helen dünyasında kalmak şartıyla, kendi dönemindeki en ihtişamlı ve değerli yedi yapıyı seçmiş olsa gerek. Bunların beş tanesi İskender öldükten sonra yapılmış/tamamlanmış eserlerdi. Geri kalanıysa Helen kültüründen bir şekilde etkilenmiş yapılardı.
Evet, işte böyle. Her birini tek tek yazacağız elbet. Hepsinin anlatacağı çok şey var. Ama şimdilik bu kadar.
Peki neydi bu yedi yapı? Neden bu yedi yapıydı ve neden yedi taneler?
Cevaplamaya sondan başlayalım: 7 taneler, çünkü Eski Yunanlılar - ki Helen demek daha doğru, Antipater'in memleketi Sidon, bugün Lübnan'da bulunan Sayda kentinden başkası değildir ve eski bir Finike kolonisidir, yani Yunan değildir ama kültürel olarak Yunan'dan etkilenmiştir - bu sayıyı kutsal saymaktaydılar. Gerçi tek bu sayıyı kutsallık katanlar Yunanlılar değildir; Roma'nın ve sonradan İstanbul'un yedi tepeliliği, Museviler'in kutsal şamdanları Menorah'ın iki türünden birinin yedi kollu oluşu (diğeri dokuz kolludur), haftanın gün sayısının yedi olması, en azından bir dönem Kâbe'nin ortasında bulunduğu Mescid-i Haram'ın yedi minareli olması, Roma Krallığı'nın yedi kralının olması, Yedi Büyük Günah, hatta belki de kart oyunundaki pis yedili lafı bile yediye insanoğlunun yakıştırmasıdır. Kıssadan hisse, yedinin sebebi budur.
Peki bunlar nelerdi? İşte liste:
- Büyük Piramit, Gize, Mısır (M.Ö. 2560)
- Asma Bahçeler, Babil, Irak (M.Ö. 600)
- Artemis Tapınağı, Efes, Türkiye (M.Ö. 550)
- Zeus Heykeli, Olympia, Yunanistan (M.Ö. 432)
- Mausollos'un Mezarı, Halikarnas, Türkiye (M.Ö. 351)
- Rodos Heykeli, Rodos, Yunanistan (M.Ö. 292-280)
- İskenderiye Feneri, İskenderiye, Mısır (M.Ö. 280)
Gelelim bu yedi yapı olmasının sebebine: Şüphesiz, ilkçağ bir sürü değerli, güzel, gösterişli, ihtişamlı, insanları gördüklerinde büyüleyen, hatta şaşırtan yapılara, eserlere sahipti. Ancak anlaşılan Antipater, İskender'in imparatorluğu sınırları içinde - yani Helen dünyasında kalmak şartıyla, kendi dönemindeki en ihtişamlı ve değerli yedi yapıyı seçmiş olsa gerek. Bunların beş tanesi İskender öldükten sonra yapılmış/tamamlanmış eserlerdi. Geri kalanıysa Helen kültüründen bir şekilde etkilenmiş yapılardı.
Evet, işte böyle. Her birini tek tek yazacağız elbet. Hepsinin anlatacağı çok şey var. Ama şimdilik bu kadar.
Etiketler:
Afrika,
Anadolu,
Asya,
Avrupa,
Babil,
Eski Mısır,
Eski Yunan,
İlkçağ,
Mezopotamya,
Ortadoğu,
Tarih,
Yedi Harika
12 Ağustos 2011 Cuma
Tefnut
Su, hatta daha doğru bir ifadeyle 'Nem' Tanrıçası Tefnut'un adı, Eski Mısırca'da tükürmek anlamına da gelmekteydi; zira Tefnut'la doğumuyla ilgili mitlerden birinde Tefnut'un, Atum'un tükürmesiyle oluştuğu söylenir. Kimi mitlerde tükürdüğü şeyin tükürüğü olmakla birlikte, yutmuş olduğu semenini tükürmesi sonucu oluştuğu da söylenir. Geb ve Nut'un annesi, Şu'nun zevcesi ve kız kardeşi, Atum'la Iusaaset'in kızıdır.
Heliopolis Enneadı'nın parçası olan Tefnut, kimi zaman insan formuyla gösterilmekle birlikte, genellikle bir dişi arslan olarak tasvir edilir.
Kardeşi ve kocası Şu'yla birlikte, Heliopolis'te ve Nil Deltası'nda bulunan Leontopolis ana kült merkezleriydi.
Heliopolis Enneadı'nın parçası olan Tefnut, kimi zaman insan formuyla gösterilmekle birlikte, genellikle bir dişi arslan olarak tasvir edilir.
Kardeşi ve kocası Şu'yla birlikte, Heliopolis'te ve Nil Deltası'nda bulunan Leontopolis ana kült merkezleriydi.
9 Ağustos 2011 Salı
Şu
Anlamı Eski Mısırca ‘boşluk’ olan Şu, Mısır’ın Rüzgâr ve Hava Tanrısı’ydı. Atum’la Iusaaset’in oğlu, Su Tanrıçası Tefnut’un kardeşi ve kocasıdır ve Heliopolis Enneadı’nı oluşturan tanrılardan biridir. Tefnut’tan iki çocuğu olmuştur; bunlar Gökyüzü Tanrıçası Nut ve Yeryüzü Tanrısı Geb’dir. Osiris, İsis, Set ve Neftis torunlarıdır.
Doğumları sırası ve sonrasında birbirlerine çok yakın oldukları için Nut’la Geb’i birbirinden ayıran da Şu’dur.
Havayla ve rüzgârla özdeşleştirilmesi nedeniyle Şu, aynı zamanda sakinleştirici, serinletici, huzur verici bir tanrı olarak kabul edilir. Bu nedenle Ma’at’la, yani Mısır inancının adalet hissiyle de özdeşleştirlir. Adaletin simgesi Mısır’da devekuşu tüyü olduğu için, kafasında bir ya da dört devekuşu tüyüyle resmedildiği olur.
Eski Krallık devrinin sona ermesi ve ülkenin parçalanmasına neden olan hava değişikliklerini Mısırlılar daha sonraları – pek çok başka hikayeyle birlikte – Şu’yla Tefnut’un kavga etmesine bağlamışlardır (Gerçekteyse bu iklimsel değişiklik M.Ö. 22. Yüzyıl Kuraklığı olarak adlandırılan, aşağı yukarı yüz yıl kadar süren ve Eski Krallık dışında Mezopotamya’da Akkad İmparatorluğu’nu yıkan olayları tetikleyen ve Çin ve Arap Yarımadası’ndaki pek çok kültürü adeta haritadan silen çok büyük bir kuraklık dalgasıdır). Efsaneye göre Tefnut ve Şu kavga ederler, Tefnut sinirlenip Nübye’ye kaçar. Kısa süre sonra Şu onun değerini anlar ve onu çok özler. Ancak Tefnut kendisini, kendine yaklaşan her insan ve tanrıyı yok eden bir kediye çevirmiştir. Bunun üzerine Bilgelik Tanrısı Tot, kılık değiştirerek Tefnut’un yanına gider, onu ikna eder ve Tefnut tekrar Mısır’a döner.
Doğumları sırası ve sonrasında birbirlerine çok yakın oldukları için Nut’la Geb’i birbirinden ayıran da Şu’dur.
Havayla ve rüzgârla özdeşleştirilmesi nedeniyle Şu, aynı zamanda sakinleştirici, serinletici, huzur verici bir tanrı olarak kabul edilir. Bu nedenle Ma’at’la, yani Mısır inancının adalet hissiyle de özdeşleştirlir. Adaletin simgesi Mısır’da devekuşu tüyü olduğu için, kafasında bir ya da dört devekuşu tüyüyle resmedildiği olur.
Eski Krallık devrinin sona ermesi ve ülkenin parçalanmasına neden olan hava değişikliklerini Mısırlılar daha sonraları – pek çok başka hikayeyle birlikte – Şu’yla Tefnut’un kavga etmesine bağlamışlardır (Gerçekteyse bu iklimsel değişiklik M.Ö. 22. Yüzyıl Kuraklığı olarak adlandırılan, aşağı yukarı yüz yıl kadar süren ve Eski Krallık dışında Mezopotamya’da Akkad İmparatorluğu’nu yıkan olayları tetikleyen ve Çin ve Arap Yarımadası’ndaki pek çok kültürü adeta haritadan silen çok büyük bir kuraklık dalgasıdır). Efsaneye göre Tefnut ve Şu kavga ederler, Tefnut sinirlenip Nübye’ye kaçar. Kısa süre sonra Şu onun değerini anlar ve onu çok özler. Ancak Tefnut kendisini, kendine yaklaşan her insan ve tanrıyı yok eden bir kediye çevirmiştir. Bunun üzerine Bilgelik Tanrısı Tot, kılık değiştirerek Tefnut’un yanına gider, onu ikna eder ve Tefnut tekrar Mısır’a döner.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Atum
Adının anlamı Eski Mısırca’da bitirmek, tamamlamak olan Atum, Heliopolis Enneadı sistemine göre dünyanın yaratıcısı, tamamlayıcısı, oluşturucusudur. Aynı zamanda kendisinden önceki kaosu bitirici olarak da ifade edilebilir elbette. Sadece bununla da kalmaz, aynı zamanda tanrılar da kendisinden ortaya çıkmıştırlar. Eski Mısır’ın en önemli dini metinlerinden biri olan Piramit Metinleri’nde Firavun’un hem yaratıcısı, hem de babası olarak kabul edilir. Başında Mısır’ın kırmızı ve beyaz çifte tacıyla ya da yanda görüldüği gibi bir kraliyet peruğu/örtüsü ile birlikte resmedilir. Firavun faresi, kertenkele, arslan, boğa ve maymun şeklinde de tasvir edilir. Sembolüyse skarab denen özel ve Akdeniz havzasına (zamanında yapılan bir hatayı böylece burada düzeltmiş oldum; zira sadece Kuzey Afrika'ya özgü demiştim daha önce yayınladığımda bu yazıyı. Teşekkürler Gnshksvr!) özgü bir pislik böceğidir. Tanrı Khepri’yi anlatırken bu böceği daha ayrıntılı yazacağım için, bunu burda noktalıyorum.
Atum’la ilgili en ilginç kısımsa herhalde dünyayı yaratış biçimidir. Piramit Metinleri’nde de ayrıntılı bir biçimde ifade ettiği gibi, Heliopolis Yaratılış Efsanesi’ne göre, ‘canı sıkılmış olan’ tanrı Atum, dünyanın olmadığı bir sırada var olar sular (Nu) üzerinde bulunan bir tepede otururken – ki bu tepe Heliopolis’tedir ve bugünkü Kahire kenti sınırlarında kalır (ne kadar ilginç, değil mi?) – mastürbasyon yapar. Bunun sonucu ortaya çıkan semenden Hava Tanrısı Şu ve Su Tanrıçası Tefnut doğar.
Atum’un aynı zamanda bir Güneş Tanrısı olduğu için ona Ra’yla birlikte Atum-Ra formunda da tapılır. Bu özelliğiyle Mısırlılar Atum’un, Eski Krallık devrinde ölmüş olan Firavun’un ruhunu alıp cennete götürdüğüne de inanmaktalardı.
Atum’la ilgili son bir not daha: Bir inanışa göre de Atum’un bir de eşi vardı: Iusaaset. Tanrıların Tanrıça Iusaaset’le girdiği ilişkinin ürünü olduğu da söylenir. Ancak Iusaaset kabaca ‘Önce Gelen Yüce Olan’ anlamına geldiği ve bu nedenle aslında Atum’un da anası olabileceği gibi – ki kesin bir bilgi yok bununla ilgili, vardıysa bile herhalde çok önceden bu inanış terk edilmişti tahminimce – Atum’un gölgesi veye ‘eli’ olarak da tasvir edilmiştir... Bu tabii Heliopolis Efsanesi’nin ‘elini güçlendiren’ bir bilgi haliyle.
Her şey bir yana, Iusaaset Mısırlılarca Hayat Ağacı olarak kabul edilen akasya ağacıyla özdeşleştirilir... hatta bildiğim kadarıyla belirli bir akasya ağacıyla yapılan bu özdeşleştirme nedeniyle, tanrıların doğum yeri de bilinir.
Atum’la ilgili en ilginç kısımsa herhalde dünyayı yaratış biçimidir. Piramit Metinleri’nde de ayrıntılı bir biçimde ifade ettiği gibi, Heliopolis Yaratılış Efsanesi’ne göre, ‘canı sıkılmış olan’ tanrı Atum, dünyanın olmadığı bir sırada var olar sular (Nu) üzerinde bulunan bir tepede otururken – ki bu tepe Heliopolis’tedir ve bugünkü Kahire kenti sınırlarında kalır (ne kadar ilginç, değil mi?) – mastürbasyon yapar. Bunun sonucu ortaya çıkan semenden Hava Tanrısı Şu ve Su Tanrıçası Tefnut doğar.
Atum’un aynı zamanda bir Güneş Tanrısı olduğu için ona Ra’yla birlikte Atum-Ra formunda da tapılır. Bu özelliğiyle Mısırlılar Atum’un, Eski Krallık devrinde ölmüş olan Firavun’un ruhunu alıp cennete götürdüğüne de inanmaktalardı.
Atum’la ilgili son bir not daha: Bir inanışa göre de Atum’un bir de eşi vardı: Iusaaset. Tanrıların Tanrıça Iusaaset’le girdiği ilişkinin ürünü olduğu da söylenir. Ancak Iusaaset kabaca ‘Önce Gelen Yüce Olan’ anlamına geldiği ve bu nedenle aslında Atum’un da anası olabileceği gibi – ki kesin bir bilgi yok bununla ilgili, vardıysa bile herhalde çok önceden bu inanış terk edilmişti tahminimce – Atum’un gölgesi veye ‘eli’ olarak da tasvir edilmiştir... Bu tabii Heliopolis Efsanesi’nin ‘elini güçlendiren’ bir bilgi haliyle.
Her şey bir yana, Iusaaset Mısırlılarca Hayat Ağacı olarak kabul edilen akasya ağacıyla özdeşleştirilir... hatta bildiğim kadarıyla belirli bir akasya ağacıyla yapılan bu özdeşleştirme nedeniyle, tanrıların doğum yeri de bilinir.
3 Ağustos 2011 Çarşamba
Eski Mısır'da Din
Eski Mısır’da din, toplumsal hayatın son derece önemli bir parçasıydı. Hayatın her alanında, her şeyi ayrı ayrı kontrol eden çok sayıda tanrının bulunduğu bir dindi. Din o kadar büyük bir yere sahipti ki, insanlar Mısır’da, dünyevi hayatlarının önemli bir kısmını, uhrevi hayatlarının hazırlığını yapmakla geçirirlerdi. Bu hazırlığın büyüklüğünü anlamak için – ister bir piramit, isterse Krallar Vadisi’ndekilerden biri olsun – herhangi bir Firavun mezarını incelemek yeterlidir.
İşte Mısır’da toplum hayatının en belirleyici unsuru olan dinin belki de en önemli kısmını tanrılar oluşturuyordu. Zira tanrılar, tüm Mısır din ve mitolojisinin de başaktörleriydiler. Mısır toplumunun anlayışını, hayata bakış açısını da yansıtmaktaydılar. Eski Mısır’ı anlamak, tanrıları anlamaktan geçer diyebiliriz. En azından önemli bir yardımcı olacaktır, kuşkusuz.
Bu nedenle önümüzdeki günlerde belli aralıklarla Mısır dininin tanrıları hakkında kısa açıklamalar yayınlayacağım. Henüz belirlememiş olmakla birlikte, aşağı yukarı 30 kadar tanrı hakkında yazıp çizmeyi düşünüyorum. Ancak şu şekilde bir plan izleyeceğim:
Eski Mısır Panteonu, pek çok tanrıyı barındırıyor olmakla beraber, birkaç önemli tanrı grubu bulunur. Bunlar Heliopolis Enneadı (dokuzlusu), Hermopolis Ogdoadı (sekizlisi) ve Memfis Triadı'dır (üçlüsü). Hermopolis Ogdoadı'ndaki tanrılar aslında dört tanrının hem erkek, hem dişi formunun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir yapıdır. Bu durumda önce Ennad'ı, sonra Ogdoad'ı, ondan sonra da Memfis Triadı'nı yazıp, kalanları tek tek inceleyeceğim. Hakkında yazacağım ilk tanrı, Ennead'a göre tüm tanrıların atası olan Atum olacak.
İşte Mısır’da toplum hayatının en belirleyici unsuru olan dinin belki de en önemli kısmını tanrılar oluşturuyordu. Zira tanrılar, tüm Mısır din ve mitolojisinin de başaktörleriydiler. Mısır toplumunun anlayışını, hayata bakış açısını da yansıtmaktaydılar. Eski Mısır’ı anlamak, tanrıları anlamaktan geçer diyebiliriz. En azından önemli bir yardımcı olacaktır, kuşkusuz.
Bu nedenle önümüzdeki günlerde belli aralıklarla Mısır dininin tanrıları hakkında kısa açıklamalar yayınlayacağım. Henüz belirlememiş olmakla birlikte, aşağı yukarı 30 kadar tanrı hakkında yazıp çizmeyi düşünüyorum. Ancak şu şekilde bir plan izleyeceğim:
Eski Mısır Panteonu, pek çok tanrıyı barındırıyor olmakla beraber, birkaç önemli tanrı grubu bulunur. Bunlar Heliopolis Enneadı (dokuzlusu), Hermopolis Ogdoadı (sekizlisi) ve Memfis Triadı'dır (üçlüsü). Hermopolis Ogdoadı'ndaki tanrılar aslında dört tanrının hem erkek, hem dişi formunun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir yapıdır. Bu durumda önce Ennad'ı, sonra Ogdoad'ı, ondan sonra da Memfis Triadı'nı yazıp, kalanları tek tek inceleyeceğim. Hakkında yazacağım ilk tanrı, Ennead'a göre tüm tanrıların atası olan Atum olacak.
2 Ağustos 2011 Salı
Parşömen
İnsanoğlu var olduğundan beri, kalıcı olmak, bir iz bırakmak ya da kendisini ifade etmek için çok çaba sarfetmiş. Yeri gelmiş, yaşadığı mağranın duvarlarını boyamış, avını ve avlanışını, günlük yaşamını resmetmiş; ilk büyük toplumlar oluşunca bunu daha ayrıntılı, özenli, gelişmiş ve hatta gösterişli biçimiyle, örneğin Eski Mısır’da olduğu gibi tapınaklarının, saraylarının, mezarlarının duvarlarını süslemişler... “Hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür”; yani “insan hafızası unutkanlık hastası” olduğu için de, toplumlar geliştikçe bir şeyleri kaydetmek daha da zorunlu hale gelmiş. Daha kolay, rahat ve elde taşınabilecek nitelikte kayıt tutulabilmesi için, Mezopotamya’dakiler kil tabletleri kullanırken, Mısır’da insanlar papirüs bitkisinden elde ettikleri ve aynı adla anılan kağıdımsıyı icat etmişler. Ancak günümüzde az da olsa kullanılan bu yöntemlerden bir tanesi, bu topraklar vasıtasıyla yaygınlaştırılmış olduğu gibi, sözkonusu devlet ve şehir de o kağıda adını vermiş: Parşömen.
Hikayeye göre parşömen, Mısır Firavunu V. Ptolemy Epiphanes ya da VI. Ptolemy Philometor, hem İskenderiye Kütüphanesi’nin ihtişamının geçilmesini engellemek için, hem de Nil’de aşırı hasat sonucu papirüs bitkisinin neredeyse bölgede tükenme noktasına gelmesi nedeniyle papirüsün ihracatını durdurmuş. Kağıt ihtiyacını karşılamakta zorlanan ve Antik Çağı’n en büyük kütüphanelerinden biri olan Bergama Kütüphanesi’ni büyütmek isteyen Bergama Kralı II. Eumenes, papirüsün yerini alabilecek bir şeyi kendisine getireni çok cömertçe ödüllendireceğini ilân etmiş. Kütüphanenin müdürü Krates de oğlak derilerini birtakım işlemlerden geçirerek üstüne yazılabilir hale getirip krala vermiş. Bu yöntemle üretilen kağıt, (aslen daha önceden kullanılıyor olmasına rağmen) Bergama üzerinden dünyaya yayılmış. Adını da, Bergama Kağıdı’nın latincesi olan Charta Pergamena’dan almış. Avrupa’da Gutenberg’e kadar yoğun olarak kullanılmaya devam etmiş.
Peki nedir bu parşömen?
Parşömen, hayvan derisinden yapılan bir çeşit kağıttır. Koyun, keçi gibi hayvanların yanında, tavşan, sincap derilerinden de parşömen üretmek mümkündür. Yüzülen deri kireçte bekletilerek kıllardan ayrıldıktan sonra, gerilerek yağ ve et dokusundan kurtulunur. Sonra da çeşitli malzemelerle zımparalanır. Bu işlem tekrar edilerek daha kaliteli parşömen üretmek de mümkündür.
Her iki yüzüne de yazılabilirliği, papirüs de dahil diğer yazı araçlarına nazaran çok daha dayanıklı olması, her hayvandan üretilebilmesi gibi nedenlerle son derece başarılı bir kağıt türüdür. Günümüzde eski kullanımından yoksun olmakla birlikte, hâlâ üretimi gerçekleştirlimekte olan parşömenin en kalitelisi buzağı derisinden yapılır. Bergama kentinde hem turizme katkıda bulunması, hem de bu zanaatin kaybolmaması için parşömen üretilmesi yönünde çalışmalar sürdürülmekteydi yanlış hatırlamıyorsam...
Hikayeye göre parşömen, Mısır Firavunu V. Ptolemy Epiphanes ya da VI. Ptolemy Philometor, hem İskenderiye Kütüphanesi’nin ihtişamının geçilmesini engellemek için, hem de Nil’de aşırı hasat sonucu papirüs bitkisinin neredeyse bölgede tükenme noktasına gelmesi nedeniyle papirüsün ihracatını durdurmuş. Kağıt ihtiyacını karşılamakta zorlanan ve Antik Çağı’n en büyük kütüphanelerinden biri olan Bergama Kütüphanesi’ni büyütmek isteyen Bergama Kralı II. Eumenes, papirüsün yerini alabilecek bir şeyi kendisine getireni çok cömertçe ödüllendireceğini ilân etmiş. Kütüphanenin müdürü Krates de oğlak derilerini birtakım işlemlerden geçirerek üstüne yazılabilir hale getirip krala vermiş. Bu yöntemle üretilen kağıt, (aslen daha önceden kullanılıyor olmasına rağmen) Bergama üzerinden dünyaya yayılmış. Adını da, Bergama Kağıdı’nın latincesi olan Charta Pergamena’dan almış. Avrupa’da Gutenberg’e kadar yoğun olarak kullanılmaya devam etmiş.
Peki nedir bu parşömen?
Parşömen, hayvan derisinden yapılan bir çeşit kağıttır. Koyun, keçi gibi hayvanların yanında, tavşan, sincap derilerinden de parşömen üretmek mümkündür. Yüzülen deri kireçte bekletilerek kıllardan ayrıldıktan sonra, gerilerek yağ ve et dokusundan kurtulunur. Sonra da çeşitli malzemelerle zımparalanır. Bu işlem tekrar edilerek daha kaliteli parşömen üretmek de mümkündür.
Her iki yüzüne de yazılabilirliği, papirüs de dahil diğer yazı araçlarına nazaran çok daha dayanıklı olması, her hayvandan üretilebilmesi gibi nedenlerle son derece başarılı bir kağıt türüdür. Günümüzde eski kullanımından yoksun olmakla birlikte, hâlâ üretimi gerçekleştirlimekte olan parşömenin en kalitelisi buzağı derisinden yapılır. Bergama kentinde hem turizme katkıda bulunması, hem de bu zanaatin kaybolmaması için parşömen üretilmesi yönünde çalışmalar sürdürülmekteydi yanlış hatırlamıyorsam...
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)