History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tac Mahal

Eğer bir kral, bir sultansanız, genelde aşkı bulmanız çok zordur. Pek çok sebebin yanında, belli birileriyle zorla evlendirilirsiniz, çünkü çıkarlarınız genelde buna pek uymaz. Ancak tarihte - eşine az da rastlansa - bu aşkı bulan monarklar da az değildir... Firavun II. Ramses'le Kraliçe Nefertari, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen'le İmparatoriçe Theodora, İngiltere Kraliçesi Victoria'yla Prens Albert aklıma gelen örneklerin birkaçı. Ancak bu büyük aşklar, bazen büyük anıtların bırakılması sonucunu da doğurmuştur. Bunlardan kuşkusuz en ihtişamlı olanlarından biri de, Delhi'nin 300 km güneyindeki Agra'da bulunan Tac Mahal'dir.

Binlerce işçi ve zanaatkâr tarafından, mimar Üstad Ahmed Lahauri'nin başkanlığında ve aralarında Mimar Sinan'ın öğrencileri İsa Muhammed Efendi ve Üstad İsa'yla, kubbeyi tasarlayan Osmanlı kökenli İsmail Efendi'nin de bulunduğu bir mimarlar ordusunca tasarlanan ve 1632-1653 yılları arasında inşa edilen Tac Mahal, Hindistan'ın dünya çapında bilinen ve tanınan en ünlü yapısıdır desem çok da yanılmam, sanırım. Türk-Moğol ya da Babür İmparatorluğu'nun en parlak devrini yaşadığı bir dönemde hüküm süren Şah Cihan'ın, çok büyük bir aşkla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal için yaptırdığı mozoleyle, ona duyduğu aşkını ve ölümünün üstündeki tesirini ifade etmeye çalışmıştır adeta. Yüzlerce kilometre öteden gelen beyaz mermer kullanılarak inşa edilmiştir. Mazlemeler 1000 fil yardımıyla Agra'ya taşınmıştır. Bunun dışnda Arabistan'dan kuvarts, Afganistan'dan lapis lazuli, Tibet'ten turkuaz, Çin'den kristal ve yeşim taşı ve Sri Lanka'dan safir de getirtilmiştir. Duvarlarını süsleyen yazılar kazılarak yapılmamıştır: Hâlâ dünya çapında değerli taş işçiliği ve boya üreticiliği konusunda bir numara olan bir ülkeden bekleneceği gibi, değerli taşların kırılıp ezilmesiyle elde edilen tozdan üretilen boyalar, mermere adeta enjekte edilmiştir.
35 metre yüksekliğindeki kubbesi, 7 metre yüksekliğindeki silindirik bir kaideye oturtulmuştur. Ana yapının dört tarafında 40 metre yüksekliğinde birer minare bulunmaktadır. Minareler, çökme ihtimaline karşı mezarın üstüne değil de dışarıya devrilsin diye, kaidelerinin biraz dışına yerleştirilmiştir. Hat dışında Babür taş işçiliğinin en iyi örneklerine rastlamak mümkündür. Gerek mezarın iç kısmı, gerekse dış yüzeyi pek çok zarif ve ince kabartmalarla süslenmiştir.

Tac Mahal'in iki yanında birbirine bakan ve birbirinin ikizi iki cami bulunmaktadır. Bir kenarı 300 metre olan çarbağ denen ve İran'a özgü bahçesinin ortasında, anıtsal kapısıyla mezar arasında dikdörtgen biçimli bir havuz bulunur. Bunların hepsi bir araya gelerek bu büyük külliyeyi oluştururlar. Mezar, her yıl ortalama üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir.

Bir iddiaya göre, Şah Cihan, şimdi kendisinin de mezarı olan Mümtaz Mahal'in mezarının karşısına, Tac Mahal'in siyah mermerli olanından da yaptırtmak istemiş, fakan oğlu tarafından tahtından indirilince bu planları suya düşmüştür. Doğruluğunun ne olduğu tam olarak bilinmemesine rağmen, Tac Mahal'in kıyısında bulunduğu Yamuna nehrinin karşısında birtakım arkeolojik veriler bu iddiayı doğrular gibidir. Gerçi zaman içinde kararmış olan beyaz mermerler olduğu anlaşılan birtakım taşlar bulunmaktadır iddia edilen yerde, ama bahçe düzenlenmesinin de başlangıcına işaret eden bazı kalıntılar da gözden kaçmamakta.
Gerçek her ne olursa olsun, Tac Mahal Hindistan'ın incisi olmaya devam etmektedir. O kadar ki, çeşitli kopyaları da bölgede inşa edilmiştir. Bunların başında Şah Cihan'ın torununun, annesi için yaptırdığı Aurangabad'taki Bibi Ka Makbara'yla yakın zamanda inşa edilmiş Bangladeş Tac Mahali bunlardan birkaçıdır. Bunlar, aslında bu güzel yapının ne denli iz bıraktığının yalnızca iki örneğidir.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Reichstag Yangını

Bu yazının yayınlandığı andan tam tamına 79 yıl önce, yani 27 Şubat 1933’te yerel saatle 21:25’te, Berlin’de bir itfaiye istasyonuna bir ihbar gelir. Weimar Cumhuriyeti’nin meclis binası (ki Federal Almanya Meclisi’nin alt kanadı Bundestag da günümüzde orada toplanır) Reichstag’ta yangın çıkmıştır... İtfaiye ve polis Reichstag’a ulaştığında binanın merkezinde ve kubbenin altında bulunan Temsilciler Salonu alevler içinde kalmıştı...

Yangın saat 11’de söndürüldü, ama Reichstag kullanılmaz hâle geldi. Weimar Cumhuriyeti Meclisi, bundan sonra yapacağı çok az sayıdaki toplantı için, Reichstag’ın ön cephesinin baktığı parkın diğer ucunda bulunan ve savaş sırasında yıkılan Krolloper (Kroll Opera Binası) kullanılacaktı.

Polis yaptığı soruşturma ve inceleme sonucu, Almanya’ya yeni gelmiş olan 24 yaşındaki Hollanda asıllı işsiz duvarcı ustası ve komünist Marinus van der Lubbe’nin yangını çıkardığına dair ‘kanıtlara’ ulaştı. Van der Lubbe dışında olayla ilgisi olduğu şüphesini taşıyan ve hepsi komünist olan Ernst Torgler (Alman), Georgi Dimitrov, Vasil Tanev ve Blagoi Popov (Bulgar), Reichstag Yangını Davası (davanın yapıldığı yer nedeniyle Leipzig Davası da denir) Alman İmparatorluğu’nun ve daha sonra Weimar Cumhuriyeti’nin en yüksek mahkemesi olan Leipzig’deki Reichsgericht’te üç ay süreyle (21 Eylül-23 Aralık 1933) yargılandılar ve suçlu bulundular. Üç Bulgar komünistin Sovyetler Birliği’ne sınırdışı edilmelerine ve suçunu ‘itiraf etmiş olan’ van der Lubbe’nin ölüm cezasına çarptırılmasına karar verildi. Devrin Saksonya Eyaleti yasaları gereğince ceza giyotin kullanılarak 10 Ocak 1934’te, 25. yaş gününden üç gün önce infaz edildi. 2008’de, verilmiş olan cezanın dönemin ceza yasalarının Anayasa’ya aykırı olması nedeniyle van der Lubbe’nin affedilmesine karar verildi. 21 Eylül 1933’te Londra’da bir grup hukukçu tarafından bir karşı dava düzenlenmiş ve Nazi Partisi’nin üst yöneticilerinin bu yangından dolayı sorumlu olduğu sonucuna varmışlardı.Ancak sonuçları itibarıyla bu yangın, basitçe bir yangın olmanın ötesine geçti. İstikrarsız ve çalkantılı bir 13 yıl geçirmiş olan Almanya’da Adolf Hitler ve lideri olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, nam-ı diğer Nazi Partisi seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. 30 Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Katolik Merkez Partisi lideri Franz von Papen’in kendisine, Hitler’le koalisyon yapması halinde onu kontrolü altında tutacağının garantisini vermesi üzerine Hitler’i Şansölye yapmıştı. Mutlak iktidarı ele geçirmek isteyen Hitler’in istediği bir pozisyon değildi bu. Hatta tekrar seçimlere gidilmesi ve parlamentonun feshedilmesi için Hindenburg’u ikna etmiş, 5 Mart 1933’te seçimlerin yapılacağını ilân etmişti. Çünkü Hitler, öncelikle Reichstag’ta üçte ikilik bir çoğunluk elde ederek bir Yetki Yasası çıkartmak istiyordu. Bu sayede Şansölye Reichstag’a ihtiyaç duymadan dört yıl boyunca istediği yasayı çıkartabilmekte; bu süre gerekli görüldüğü takdirde uzatılabilmekteydi. En son seçimlerde Nazi Partisi %32 oy aldığı için bu yasayı çıkartacak çoğunluğa sahip değildi, üstelik yasanın çıkması için ülkenin çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalması gerekiyordu. Hitler’den önce bu yola başvurulduğu tek zaman, hiperenflasyonla mücadele edilmek üzere 1923-1924 arasında çıkartılıp uygulanmıştı.
Yangından sonra von Hindenburg, Reichstag Yangını Kararnamesi’ni yayınlayarak temel hak ve özgürlüklerin büyük çoğunluğunu askıya aldı. Yangını ‘komünist tehdide karşı’ önlemlerin alınması gerektiği yönünde propaganda yapan Nazi Partisi, 5 Mart’ta yapılan seçimlerde %44 oy aldı Alman Nasyonal Halk Partisi’nin %8’lik oy oranıyla %52’ye ulaşarak Reichstag’ta çoğunluğu elde ettiler; gerçi bu üçte ikilik çoğunluğa yetmemekteydi. Ancak, Almannya Komünist Partisi’nin Reichstag Yangını Kararnamesi’ne dayanarak baskı altında tutulması ve Sosyal Demokrat Parti’nin de Nazi SA birliklerince tehdit edilip bir kısmının göz altına alınması sayesinde Hitler 23 Mart 1933’te 1933 Yetki Yasası’nı Reichstag’tan kolayca geçirerek Almanya’nın diktatörü oldu... Kısa süre içinde tüm partiler feshedildi, yenilerinin kurulması yasaklandı. Bir sene sonra, 2 Ağustos 1934'te Hindenburg öldü. Alman ordusunun da desteği birtakım pazarlıklarla alındı ve Hitler Almanya’yı tam bir polis devletine çevirdi. 1939’da da II. Dünya Savaşı patladı zaten, malum.
“Demokrasiyi yıkmanın tek yolu, onun silahlarını kendisine karşı kullanmaktadır” sözüne çok iyi bir örnek teşkil ediyordu da, hazır yıldönümü geldiği için hatırlatayım dedim...

14 Şubat 2012 Salı

Aziz Valentinus


Sevgililer Günü olarak bilinen gün, aslında Katolik Kilisesi'nin Valentinus adlı bir azizinin yortu günü (Hıristiyan inancına göre aziz olan kişinin anma gününe yortu denir) olarak belirlediği gündür. Çeşitli martirolojilerde, yani şehit/martir olmuşların listelerinin ve açıklamalarının olduğu birtakım metinlerde, bir değil üç Aziz Valentinus’tan bahsedilir aslında.

Bunlar içinde en ünlüsü 14 Şubat 269’da Via Flaminia adındaki Roma yollarından birine gömülen Prebister (bir tür papaz/piskopos; mürver/yaşlı anlamındaki Yunanca πρέσβυς/presbus’tan türemiştir) Valentinus’tur. Ancak bu bile kesin bir veri olmadığı, hatta birden fazla Valentinus adında hakkında belirsizlikler bulunan aziz olduğu için, 1969’da Azizler Takvimi elden geçirildiğinde listeden tamamen çıkartılmıştır. Yine de Prebister Valentinus, tüm dünyadaki Katolikler için saygıyla anılması gereken azizlerin bulunduğu bir listede ismi bulunmaya devam etmektedir. Söz konusu Valentinus ya da herhangi bir Valentinus’un adına, en eski Hıristiyan dini bayramları ve anma günleri listesini barındıran 354 Yılı Kronografyası olarak bilinen metinde rastlanmamıştır. Üç azizin birden yortu gününün kutlanmaya başlamasıysa Papa I. Gelasius’un 496’daki buyruğuyla olmuştur. Ancak o dönemde bile – Prebister Valentinus da dahil – hiçbiri hakkında fazla bir şey bilinmemekteydi. Arada daha fazla atlamayalım; diğer Valentinuslar bir Interamna (bügünkü Terni) Piskoposu ile Roma eyaleti Africa’da şehit edilen bir Valentinus’tur.

Ne var ki, 269’da gömülen Valentinus’un bu güne anlam ve önemini veren kişi olması çok muhtemeldir. Şöyle ki, Ortaçağ’ın en önemli hagiografilerinden – yani azizlerin hayatlarının yazıldığı metinlerden – biri olan Legenda Aurea, yani Altın Efsane’de belirtildiği kadarıyla, Roma İmparatoru II. Claudius evli erkeklerin iyi asker olamayacağını düşündüğü için askerlerin evlenmelerini yasaklamış. Valentinus da gizli gizli Hıristiyan askerleri evlendirmekteymiş. Valentinus’un böyle yaptığını öğrenen İmparator, onu hapse attırmış, fakat onu sevdiği için iyi davranmış, ancak kendisini de Hıristiyan yapmaya çalışınca önce taşlanmış ve sopalara dövülmüş, ardından da şehir surlarının dışında, Flamina Kapısı’nın önünde asılarak öldürülmüştür. Yine aynı efsaneye göre Valentinus, kendi celladının kör olan kızının gözlerini, öldürülmeden önce bir mucizeyle iyileştirmiştir.

Bu Aziz Valentinuslar’dan hangisi olursa olsun, Aziz Valentinus’un yortu gününün ilk kez aşkla, romantizmle özdeşleştirilmesi, 14. yy’da yaşamış İngiliz şair Geoffry Chaucer’in yazdığı Parlement of Foules, yani Kuşlar Meclisi adlı şiirine dayanır. Bundan önce bu tür bir uygulama yazılı kaynaklarda geçmemektedir.

Günümüzde bu Aziz Valentinus hem Roma Katolik Kilisesi, hem Doğu Ortodoks Kilisesi, ayrıca da Anglikan ve Luteran Kiliseleri tarafından kendisine hürmet edilmektedir.

İşte, Sevgililer Günü’nün kaynağı olan Aziz Valentinus’un hikayesi bu. Yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan hepinizin bu güzel günü kutlu olsun!...

18 Ocak 2012 Çarşamba

18 Ocak’taki Tarihsel Sembolizm

İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki, sembolizme bayılır. Bir şeyi söylemek için onu doğrudan ifade etmek yerine, başka bir biçimde, birtakım imgelerle, hareketlerle, eşyalarla pekiştirmek, verilmek istenen mesajı daha etkili kılacağı için bu yola çok sık başvurur. Papa’nın tacının üstüste geçmiş üç taçtan oluşması, tüm imparator/prens/krallardan daha üstün olduğunu göstermek içindir. Kanuni Sultan Süleyman ise, papadan daha üstün bir otoriteye sahip olduğunu göstermek için, aynı tacın dörtlüsünden yaptırdığı söylenir. İtalya’nın Bologna kentinde onlarca anlamsız kule inşa edilmiştir. Bu kulelerin tek bir amacı vardı, o da, onu inşa ettiren ailelerin tüm dünyaya kendi güçlerini göstermesiydi. Tevrat’ta Babil Kulesi olarak bilinen basamaklı piramit şeklindeki Marduk tapınağı Etemenanki, gökteki tanrıya ulaşmak için bir yolken, onun inşaatının durmasını konu alan bir mitolojinin Babil üstünde oluşması, bugünkü İsrail/Filistin topraklarında kurulmuş olan Yahudi krallıklarının Babil tarafından yok edilmesiyle başlayan Babil sürgününün adeta bir edebi intikamı gibidir.

Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?

İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.

Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...

Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.

İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!

10 Ocak 2012 Salı

Nika Ayaklanması

Bizans İmparatorluğu'nun en parlak dönemlerinden (belki de en parlağı) olarak tarif edilen İmparator I. Iustinianus, nam-ı diğer Jüstinyen'in devri, aslında hiç de parlak bir biçimde başlamamıştı. Hatta onun zamanında kalan en önemli eserler - Ayasofya da dahil - başkent Konstantinopolis'in o zamana kadar başından geçen en büyük felaketin külleri üzerine yükselmişti. Bu felaketin adı, bundan 1479 yıl önce patlayan Nika Ayaklanması'ydı (nika=zafer).
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.

1 Ocak 2012 Pazar

Yeni Yıl...

2010'u geride bıraktık... Yine yeni bir yıl, yine döndük, dolaştık, geldik bir de baktık ki Ocak olmuş... Ancak bugün, insanlık için dünyanın birkaç milyar yıldır yaptığı şeyi tekrar yapmış olmasını kutlamanın ötesinde bir şey. Yeni bir başlangıç, yeni bir umut ifade etmekte pek çok insan için... Pek çok kişi için eğlenmek, gezmek, dinlenmek, aileyle vakit geçirmek için harika bir fırsattır.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:

Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.

Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.

Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.

Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.

Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.

Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.

İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.

Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.

İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.

Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Westminster Abbey

Londra'nın en eski yapılarından ve en büyük ve güzel kiliselerinden Westminster Abbey'in bugünkü yapısı, 946 yıl önce bugün, 28 Aralık 1065'te kutsanarak 'açıldı'.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.

Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.

I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.

Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).

Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.

Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.

İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.

20 Aralık 2011 Salı

Tarih Siteleri IV: Rome Reborn

Rome Reborn, Virginia Üniversitesi'nin pek çok başka kurum ve kuruluşla birlikte üstünde çalıştığı uluslararası bir proje. Sitede ifade edildiği kadarıyla, projenin amacı Roma kentinin Geç Tunç Çağı'ndaki ilk ortaya çıktığı zamandan (yaklaşık M.Ö. 1000) İmparatorluk sonrası Erken Ortaçağ'a kadarki (M.S. 550) kentsel gelişimini üç boyutlu modellemelerle ortaya koymak. Modellemeye İmparator Konstantin devriyle, M.S. 320'nin Roma'sıyla başlamışlar. Bunun sebebi o dönem Roma kentinin nüfus ve kentsel bakımdan doruk noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu dönemden sonraki yaklaşık 150 yıllık süreç içinde kent pek çok kez barbar kavimlerce yağmalanacak, yakıp yıkılacaktır. En çok bu dönemden kalan yapıların kalıntılarının günümüze kadar ulaşabilmiş olması da, diğer dönemlere nazaran daha az tahmin yapmaya ihtiyaç duyulması ve bu nedenle de gerçeğe daha yakın olunmasına katkıda bulunmaktadır. Bu tarih, aynı zamanda pagan Roma'nın ulaştığı son noktadır. Bundan sonra büyük ve önemli Roma kiliseleri, Konstantin'in Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini hâline getirmesiyle inşa edilmeye başlanacak ve bu durum birkaç kez değiştikten sonra I. Theodosius zamanında kesinleşecek, böylece Roma'nın çehresi yıkımların yanında dönülmez bir biçimde değişecektir.

Projenin ne kadar başarılı olduğunu söylemek için örneklerine bakmak yeter de artar bile.
Ancak proje, aynı zamanda bir başka yerde de kendini göstermiş bulunuyor: Google'ın dünyanın her yerini dolaşma fırsatı veren programı Google Earth'ün İngilizce arayüzünde 'Gallery' kısmına bir alt başlık olarak Ancient Rome 3D maddesinin eklenmiş olduğunu görmek mümkün. Arayüzün dili ayarlardan değiştirilebiliyor. Ancient Rome 3D seçeneğini seçtikten sonra Roma'ya gittiğinizde karşınıza şöyle bir manzara çıkıyor:Evet! 3 boyutlu modellemeyle tüm Roma kentinin IV. Yüzyılın ilk çeyreğindeki halini görmek, içinde dolaşmak, her önemli yapı hakkında bilgi almak mümkün. Görünüşe bakılırsa Google Earth'le Dünya, Ay ve Mars'tan sonra tarih içinde yolculuk yapabilmek de mümkünmüş. Tabii bunu yaparken 3 boyutlu modelleri kapatmayı unutmayın; aksi takdirde şu an var olan binaların modelleriyle 1700 yıl öncesinin Roma'sınınkiler iç içe giriyor.

2008'den bu yana sürdürülen proje, böylece belli bir ölçüde herkesin ulaşabileceği bir noktaya geliyor. Tek kelimeyle mükemmel, mutlaka incelenmesi gereken bir sayfa.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Yedi Harika IV: Zeus Heykeli

Olympia... Olimpiyat Oyunları'nın yapıldığı, büyük Zeus'un en önemli tapınağının bulunduğu yer. Ve burası ününü sadece Olimpiyat ve birtakım mabetlere değil, Eski Yunan kültürünün belki de en önemli heykeline de ev sahipliği yapmasına borçlu: Heykeltraş Phidias'ın yapmış olduğu ve Zeus Heykeli'ne.

Günümüzde hiçbir izi kalmamış olan heykel, Zeus'un tahtında oturur bir biçimde göstermekteydi. 12 metre uzunluğundaki heykelin sol tarafında yerde bir kartal bulunuyordu; Zeus'un sol elinde bir asa, sağ elinde ise Zafer Tanrıçası Nike bulunmaktaydı. Tahtı sedr ağacından, heykelin kendisi ise altın, fildişi ve abanozdan yapılmıştı. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabo, heykeli tarif ederken, "eğer tanrı ayağa kalksa, tapınağın çatısını yıkabilir" demişti. Phidias'a heykeli nerden esinlenerek yaptığı sorulduğunda, Homeros'un Ilyada'sındaki bir tarifin bu konuda kendisini etkilediğini söylemiş.

Roma İmparatoru Caligula'nın heykelin kafasının kendi kafasıyla değiştirilmesi için Roma'ya getirtmeye kalkışmış, ancak M.S. 41'de öldürülmesiyle bu gerçekleşmemiştir.

Zeus'un bu muhteşem heykelinin sonunun ne olduğuyla ilgili birtakım iddialar vardır. İmparator Theodosius'un emriyle tüm pagan tapınakların kapatılmasının ardından Olympia'daki Zeus tapınağı da kendi haline terkedilmişti. İşte ilk iddia da, bundan sonra M.S. 425'te meydana gelen bir yangın sırasında yok olduğudur.

İkinci bir iddiaya göre de heykelin, II. Theodosius zamanında İstanbul'daki İmparatorluk Sarayı'nda görev yapmış İmparator'un Teşrifatçısı Lausos'un kendi koleksiyonu için İstanbul'a getirtmesiyle ilgilidir. Roma'nın Hıristiyanlık dışındaki dinleri yasaklayıp pagan tapınakların kapatılmasıyla birlikte, heykelleri oluşturanlar da dahil tapınaklardaki değerli malzemeler sökülmüştü. Zeus'un Olympia'daki heykeli de bundan nasibini almıştı tabii. O nedenle de, kala kala sadece bir iskelet kalmıştı geriye. İşte ikinci iddia da, Lausos'un İstanbul'daki Hipodrom'la Binbirdirek Sarnıcı arasında bulunan evine - ki sarayı demek daha doğru aslında - getirtmiş olduğu bu 'iskelet'in, M.S. 475'te şehrin merkezini yok eden bir yangın sırasında, heykel koleksiyonunun geri kalanıyla beraber tamamen yok olduğudur.

Heykelin yapıldığı yerle ilgili olarak, M.S. 2. Yüzyıl'da yaşamış tarihçi-gezgin Pausanias, Phidias'ın Olympia'da bir atölyesinin olduğunu ve heykelin de burada yapıldığını kaydetmiştir. 1950'lerde Olympia'da yapılan kazılar sırasında, Phidias'ın atölyesi bulunmuştur. Atölyede birtakım aletler, toprak kalıplar yanında üzerinde 'Ben Phidias'a aitim' yazan bir kap da bulunmuştur.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Sagrada Família

Barcelona bugün tarihi bir gün yaşıyor: 1882'de inşasına başlanan ve Barcelonalı ünlü mimar Antoni Gaudí'nin 30 yaşındayken tasarladığı muhteşem katedral Sagrada Família (Basílica i Temple Expiatori de la Sagrada Família) geçen yıl bugün hizmete girdi. Papa XVI. Benedictus, İspanya gezisinin ikinci gününde Barcelona'yı ziyaret etti. Ziyaretinin amacı katedralin kutsanma töreniyle ibadete resmen açılmasıydı. Papa tarafından yönetilen kutsama törenine İspanya Kralı I. Juan Carlos ve eşi Kraliçe Sofia yanında, içerde ve dışarda 60,000'e yakın insan katıldı.

Sagrada Familia, Gaudí'nin en büyük eseri. Yapımına başladıktan sonra 1926'da trajik bir kaza sonucu ölünceye dek projesinin gerçekleşebilmesi için çalışmış, ancak ölümüyle ve kısa bir süre sonra patlayan ve İspanya'yı kasıp kavuran 1936-1939 İspanyol İç Savaşı, yapının tamamlanmasını geciktirmiştir. Savaş sırasında Gaudí'nin atölyesi ve maketleri de yok olduğu için, çeşitli teknikler kullanılarak gerçekleştirilen rekonstrüksyonlarla kaldığı yerden inşaata devam edilmektedir. Franco devrinde de inşaat devam etmiştir. Birkaç bitiş tarihi öngörülmekle birlikte, Gaudí'nin ölümünün 100. yılı olması nedeniyle 2026'da bitirilmesi hedefleniyor. Mimari üslubun 'Modernist' olarak adlandırılsa da, Gotik, Barok ve Art Nouveau tarzlarının da kilisenin tasarımında etkilenilen üsluplar arasında saymak mümkün.

Bir katedral olarak, yani bir piskoposun yönettiği bir kilise olmak amacıyla tasarlanmamış olmasına rağmen, Sagrada Família herhangi bir katedral kadar büyük ve muhteşem bir yapı olmuştur. Tamamlanmamış olmasına rağmen bir inşaat olarak bile çok güzeldir ve turistlerin ilgisini çekmektedir. Bittiğinde aşağıdaki gibi olacak.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Ani Harabeleri

Türkiye'nin kuzeydoğu ucunda bulunan Kars'a gittiğiniz zaman, mutlaka gezilip görülmesi gereken şeylerin başında gelir Ani harabeleri... Bir zamanlar muhteşem ve büyük bir kent olduğunu, hâlâ ayakta duran birtakım yapıların büyüklüğüne bakarak görmek ve anlamak mümkündür.

Ani, Kars ilinin aynı adı taşıyan ilçesi sınırları içinde yer alır. Bu yazıldığı sırada hâlen kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırında yer alır. Fiilen sınırdadır; derin bir vadi ve arasından geçen Arpaçay Nehri iki ülkeyi birbirinden ayırır. O kadar ayırır ki, arada zamanında inşa edilmiş bir hayli eski bir köprünün (İpekyolu Köprüsü) bile yıkılmasına neden olmuştur bu bölünme.

Şehrin surlarının bir kısmı hâlâ ayaktadır; o kadar ki, mesela Google Earth'te kuşbakışı kalıntılara baktığınızda şehrin sınırlarını seçebilmeniz mümkündür. Şehrin birbirine en uzak iki noktasının arası yaklaşık 2 km'dir. Bagratuni Hanedanı'na başkentlik etmiş olan bu şehir, dönemi için bir hayli büyüktür. Çeşitli kaynaklar farklı sayılar verse de, en parlak devrinde 100,000 gibi bir nüfusu olduğu söylenir... Bence çok fazla ve iddialı ama... Olabilir belki.

Tarihi değeri yüksek pekçok yapıyı burda görmek mümkündür. Bunların en etkiliyeci ve göze çarpıcı olanı, bugün Selçuklu kümbetlerini andıran (ve belki de kümbet şeklinin de esin kaynağı) kubbesi yıkılmış bulunan Ani Katedrali'dir. Tipik bir geleneksel Gürcü-Ermeni kilise mimarisi örneğidir. Ayasofya'nın 989'da kubbesi hasar gördüğü zaman restorasyonunu da gerçekleştiren ünlü Ermeni mimar Trdat tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Bir yerde okuduğum bir tespit, kilisenin tasarımının, kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkacak Gotik Mimari'yle birtakım benzerlikler olduğu yönündeydi. Özellikle içerisinin fotoğraflarına bakınca da, Katedral'i ayakta tutan kolonların, Avrupa'daki büyük Gotik katedrallerde görünenlere benzediğini görmek mümkün. Ne kadar etkileşim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Malum, burası Kars; Gotik mimarinin anavatanı Fransa. Bir hayli zor ve düşük bir ihtmail olmakla birlikte, pekâlâ mümkün. Diğer taraftan, bu muhteşem yapı yazık ki acınacak halde olup, acilen daha ciddi koruma önlemleri alınarak korunması gereken oradaki onlarca yapıdan biridir.

İrili ufaklı çoğu kümbet biçiminde birkaç kilisenin yanında, bir ateş tapınağı (eh, İran'ın bu kadar yakınındaysanız Zerdüştlük şehrin bir parçası olur, Ateş tapınakları da Zerdüştlerin mabetleridir, o nedenle görmek mümkün.), Selçuklular'ın inşa etmiş olduğu bir saray ve Anadolu'da inşa edilen ilk cami olan ve yine Selçuklular'dan kalan Manuçehr Camii de burada bulunmaktadır. Elbette ki bunun dışında pek çok kalıntı görmek de mümkün, bunlar en önemlileri.

Çok ciddi kazı çalışmalarının yapılmadığını ve mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tek kelimeyle etkileyici bir yer. Burası, ciddi kaynak ayrılmaya değer.

İki şey daha söyleyip noktayı koyuyorum yazıma.

Birincisi, ne yazık ki sınırın Ermenistan tarafında, kalıntıların hemen karşısında işletilmekte olan bir taş ocağı var. Bu taş ocağında zaman zaman dinamit patlatılmakta ve bölgedeki kalıntılara zarar vermektedir. Çok acı bir durum gerçekten.

İkincisine gelince. Ani'ye gittiğinizde, gerek oradaki kaynaklar, gerekse şanslıysanız ve bir şekilde bir rehberle gezecek olursanız rehber, size buranın bir Gürcü kenti olduğunu söyleyeceklerdir... Ani'yle ilgili çok fazla kaynağa ulaşma şansım yok. Ancak hiç güvenilirliği olmayan Wikipedia, konuyla ilgili olarak kentin Bagratuni Hanedanı tarafından uzun zaman yönetildiği ve Kral Gagik zamanında da altın çağını yaşadığını, hatta Trdat'ın da bu dönemde Ani Katedrali'ni inşa ettiğini söylemekte. Diğer yandan İnglizcesinde Ani'nin bir Ermeni yerleşimi olduğu vurgulanırken ve Gürcü lafı hiç edilmezken, Türkçesi'nde Bagratuniler'in Gürcü kökenli olduğunu okumak mümkün.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bence buranın bir Gürcü kenti olduğunu söylemek bir hayli zor. Bir kere günümüz Ermenistan'ı tam karşısında. Gürcistan'a ise bir hayli uzakta. Etrafta, yani Ani'de Gürcü ya da Ermeni alfabesiyle yazılı bir şeye rastlamak mümkün değil. Kiliselerin mimarileri son derece tipik olup, her iki milletin kiliseleri de günümüzde bile bu üsluptan esinlenilerek inşa edilmektedir. Tiflis'teki Sameba Katedrali ile Erivan'daki Aziz Gregory Katedrali ilk bakışta bu anlamda da benzerlik taşımaktadır. Üstelik Ermeni olduğu vurgulanırken dışarda, Gürcüler'in buna çok ses çıkardıklarını duymak pek de mümkün değil. O nedenle burası büyük ihtimalle bir Ermeni kentiydi demek yanlış olmayacaktır. Ancak, son 150 yıl içinde bölgede yaşanan tüm olaylar - iç çatışmalar, savaşlar, işgaller, toprak istemeler, katliamlar, vs. - bu şekilde bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır gibi geliyor ki bana, bence doğru ya da yanlış, bunların olması çok normal ve doğal.

Uzun lafın kısası; fırsatınız olursa mutlaka bir gün Kars'a gidin, oraları bir görün. Ama özellikle de Ani Harabelerini ziyaret etmeden de oradan ayrılmayın. Pişman olmayacaksınız.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Yedi Harika III: Artemision

Yedi harika turunun üçüncü durağı Efes'teyiz. Tarihi İyonya'nın en önemli ticaret kentlerinden biri olan Efes, aslen hayli eski bir kent. Çok daha önce Abasa adında Hititler!in Ahhiyawa dedikleri batı Anadolu'da kurulmuş bir kenttir (yaklaşık M.Ö. 1500'ler). Ancak bir İyonya kenti olan ve bildiğimiz Efes olmaya başlaması, Ege Göçleri ve Tunç Çağı'nın Çöküşü olarak bilinen karanlık çağda olmuş. O nedenle mitolojik pek çok kuruluş öyküsü bulunmakta: Herodot, şehrin Amazon Kraliçesi Efos tarafından kurulduğunu söyler. Bir başka efsaneye göre, Atinalı bir prens olan Androklos tarafından kurulduğu söylenir. Bu prens, aynı zamanda 12 şehir devletinden oluşan İyon Birliği'ni de kuran kişi olacaktır. Her nasıl kurulduysa, Efes M.Ö. 660'ta Kimmerler Anadolu'yu tarumar ederken ve Frigler'i yok ederken Efes'i ve tabii o sırada orada bulunan Artemis'e adanmış mabeti de atlamamışlardı. Ancak bu mabet, dünya harikası olan ve Artemision adıyla da anılan tapınak değildi.

Efesli Artemis, Yunanistan'daki Artemis ve Roma'daki Diana'dan biraz daha farklıydı. Eski Yunan ve Eski Roma'da Artemis bir Ay ve Avlanma Tanrıçası iken, Efes'te aynı zamanda Bereket Tanrıçası'ydı da, o da Anadolu kökenli olan Kibele ile bir şekilde bağlantı kurulmasından kaynaklanıyordu. Yunanistan ve Roma'daki figüründen de farklı olarak, bereketi de simgeleyecek şekilde Tapınak'taki heykelinde pek çok göğsü olan bir kadın formundaydı.

Lidya kralı Krezüs, Giritli mimar Chersiphron'a M.Ö. 550'de Artemis için muhteşem bir tapınak tasarlama emrini vermişti. Tasarlanan yapının tamamlanması aşağı yukarı 120 yıl sürdü. Bir tapınak olmanın yanında Artemision aynı zamanda ticari bir merkezdi. Onlarca mermer sütunu, değerli madenlerle kaplı süslemeleri, taş işçiliği ve ihtişamıyla göz kamaştıran bir yapı olduğuna şüphe yok.

Ancak bu ilk Artemision, M.Ö. 21 Temmuz 356'da Herostratus adındaki genç bir adam tarafından - tarihe geçme amacıyla - ateşe verilerek yok edildi. Efes'i yöneten Konsey, bu 'deli'nin idamına karar verdiği gibi, her türlü kayıttan isminin çıkartılmasına ve isminin bir daha kimsece anılmamasına ya da kimseye verilmemesine karar verdi. Aksini yapanların cezası ölüm olacaktı (Roma'da çok sık rastlanan bu cezaya damnatio memoriae, yani hatıranın lanetlenmesi denir). Büyük İskender'in doğduğu gece tapınağın yanması, sonradan İskender'in kendisini tanrılaştırması yönündeki çabaları çerçevesinde, Tanrıça'nın İskender'in doğumunu izlediği için tapınağıyla ilgilenemediği efsanesini yarattı.

Nihayetinde inşasına başlanan ikinci Artemision, İskender'in ölümünden sonra tamamlandı. Bu tapınağın inşasına yardım teklifinde bulunan İskender, bu yardımı tapınakta kendisine de adanmasını, isminin yazılmasını isteyince, Efesliler İskender'i kızdırmadan reddetmenin yolunu, ona "Bir tanrının bir başka tanrının tapınağının inşasına karışamayacağını" söylemekte buldular. Bu yeni yapı da Gotların saldırılarıyla harabeye çevrildi ve ardından restore edildi. Roma İmparatoru Theodosius tarafından 391'de tüm pagan tapınaklarla birlikte, Artemision da kapatıldı. Devrin İstanbul Patriği Aziz Johannes Chrysostomos tarafından dolduruşa getirilen bir grup tarafından 401'de yerlebir edildi. Günümüzde tapınaktan geriye birtakım parçalar kalmış bulunmakta... Bununla beraber, son yıllarda Artemision'u yeniden inşa etmek için birtakım girişimler de yok değil...

7 Kasım 2011 Pazartesi

Tarih Siteleri III: AncientAthens3D

Ancient Athens 3D, adından da anlaşılabileceği gibi Yunanistan'ın başkenti Atina'daki birtakım anıtların üç boyutlu rekonstrüksyonlarının bulunduğu bir çalışma. Dimitris Tsalkanis tarafından hazırlanan site, İngilizce ve Yunanca yayınlanmakta. Özellikle Atina Akropolü'nün ve çevresindeki yapıların üzerinde yoğunlaşan sitede, daha önce bahsetmiş olduğum Byzantium1200 ve Persepolis3D'nin aksine, tek bir dönemden ziyade, yapıların pek çok farklı dönemdeki hallerini göstermesi bakımından farklı ve özel olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Akropol'ün Tunç Çağı'nın çökmesinden önceki Miken Uygarlığı'nın bir parçası olan hali ile, Perslerin şehri M.Ö. 480'den önce yağmalamasından önceki ve Pericles'in projelerinden sonraki durumu, hatta bir Venedik şehri olarak Atina ve Akropolü'nü görmek mümkün.

Atina dışında, sitede ayrıca Atina'ya yaklaşık 70 km uzaklıkta bulunan ve Poseidon'a adanmış büyük bir tapınağın kalıntılarının bulunduğu Sounion'daki birtakım yapıların da rekonstrüksyonu yapılıp konmuş. Yapıların çizimlerinin yanında, Atina ve Sounion'un ve yapıların tarihi hakkında bilgi almak da mümkün.

Üç senelik olan Ancient Athens 3D, konusu itibarıyla son derece ilginç bir site. Genelde internette yapacağınız araştırmaların çoğunda Atina Akropolü'nün Hellenistik devirdeki hâliyle karşılaşırsınız. Ama burada, anıtların gelişim ve değişimini de görülebilmesi, burayı özel kılıyor. Miken devri Atinası'ndan (M.Ö. 1600), şehrin 1458'de Türklerin eline geçene kadarki sürecini konu alan sitenin umarım bir gün Osmanlı yönetimindeki hâlinin de çizilip konduğunu görürüz. Parthenon'un kilise hali kadar cami halinin de ilginç olduğunu düşünüyorum doğruyu söylemek gerekirse.

20 Ekim 2011 Perşembe

Yazı ve Türkler...

Dünya üzerinde ilk yazıyı Sümerler’in kullandığı kabul edilir. Veriler de bunu aşağı yukarı 5200 yıl önce yaptıklarını gösteriyor. Onlardan çok uzun olmayan bir süre sonra Mısırlılar kendi hiyerogliflerini geliştirmeyi başardılar. Bundan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, kendi gelişimlerini yaşayacak olan birtakım yazı sistemleri gelişmeye başladı. Çin’de ayrı, Ortadoğu’da, Amerika’da ayrı... Önce resim yazısı şeklinde başlayan bu yazılar, daha sonra pratik hayatta da kullanma ihtiyacı doğdukça ve arttıkça biçim değiştirmeye başladılar. Bu ille de öbür yazının ortadan kalkması anlamına da gelmemekteydi. Çin’de olduğu gibi yazı resimden karakterlere dönüşürken, Mısır’da hiyeroglifin yanında hiyeratik denen bir başka yazı da türedi. Yine de heceleri ifade eden karakterlerdi bunlar – dediğim gibi, sadece pratik hayatın gereği ortaya çıkmışlardı... Ancak daha sonra Fenikeliler, devrimsel bir icatla karşımıza çıktılar: Alfabe. Alfabe ifadeyi o kadar kolaylaştırdı ki, yazının neredeyse ele düşmesine bile neden oldu. Çok kabaca bu yazı şekil değiştirerek önce Yunanistan’a geldi, şehir devletlerince kullanılır oldu; daha sonra ise Roma’ya geçti... bu vesileyle de Avrupa’ya... Yoğun olarak Slavlar tarafından kullanılan Kril yazısı ise Yunan alfabesinden türetilen bir yazı olup, 9. yy’da Aziz Cyrillius ve Aziz Methodius tarafından Selanik’te – tabiri caizse – tasarlanmıştı; yani aynı tarihsel gelişimin bir parçasıydı...

Her icat, bir ihtiyaçtan doğar. Takvim mevsimleri belirlemek için lazımdı, çünkü tarım toplumları için mevsimlerin ne zaman geleceği ve ne kadar süreceğini bilmek çok önemliydi... zaten o yüzden takvim Mısır’da karmaşıklaşan ticari ilişkilerin düzene sokulabilmesi için para Lidya’da; metalden yapılmış o paraların İpek Yolu gibi son derece uzun ve sıkıntılı bir yolculukta taşınması zor olduğu için, taşıması daha kolay olan banknotlar Çin’de icat edildi mesela.

Yazının icadı için de, aynı takvim, para ve banknotun icadında olduğu gibi, birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bir kere, yazıyı kullanacak olan toplumun kayıt tutma gibi bir ihtiyacı olmalıdır. Genelde dünyadaki örnekleri de nehir boylarında yerleşik düzene geçmiş, tarımla uğraşan ve mutlaka ürettiği ürünü tahıl ambarlarında saklayan toplumlar olmuşlar. Örneğin Çatalhöyük’te yazıya rastlayamıyoruz. Yazının bulunmasından yaklaşık 2500 yıl önce terkedilmiş (yani M.Ö. 5700’de) ve yaklaşık 2000 yıl kadar yerleşilmiş olmasına ve tahminen 5000-8000 insan yaşamasına rağmen, Neolitik Çağ’ın en önemli merkezlerinden biri olan Çatalhöyük’te hiçbir yazı sisteminin geliştirilmemiş olması bir hayli ilginçtir. Yazı için tek başına yerleşim ve tarımın yeterli olmadığını gösterir bu. Kayıt tutma sebebi de lazım demek ki... Ürün fazlası yoksa, kayıt tutmaya da gerek yoktur.

Şimdi, buraya kadar elde ettiğimiz verileri bir toparlayalım:

Her icat bir ihtiyaçtan doğar. Yazı, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Resim yazısı/hiyeroglif – ki çivi yazısı da aslında bir resim yazısıydı – şeklinde ilk önce ortaya çıkan ilk yazılar, ticari hayatın ihtiyaçlarını karşılamak gibi pratik nedenlerle harf tabanlı yazı sistemi olan alfabeye çeşitli yerlerde evrilmiştir. Yani alfabe, resim yazısının bir sonraki aşamasıdır.

O zaman bu yazıyı yazmamdaki asıl amaca gelerek soruyorum: Nasıl oluyor da, Göktürkler gibi göçebe/göçmen bir uygarlık/kültürden son derece karmaşık olan ve Orhun kitabelerinde gördüğümüz Göktürk Alfabesi 8. yy’da birden bire ortaya çıkabiliyor?

Tarihte hep görüp bildiğimiz şeyler: Ötüken merkezli Hunlar, Göktürkler, vs boylardan oluşan, devamlı yer değiştiren, göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bir toplum. Kesinlikle yerleşik veya tarım toplumu değil. Kayıtları tutacak olan bir ruhban sınıfı olsaydı bile, Sümer ve Mısır’ın aksine, kaydedecek verinin depolanacağı sabit tapınaklar yok. Çünkü yerleşik değiller. Bahsedilen yazı 30’dan fazla harften oluşan bir yazı – yani resim yazısını da geçmiş durumda. Birtakım tezler öne sürülmüyor değil tabii. Çinlilerle iletişim için icat edildi Çin yazısından diyenler var. Bir başka iddia Orta Asya’da bir dönem yaşamış olan Soğdlar’dan Fenike üzerinden alındığı yönünde. Ancak bu kadar basitçe açıklanacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Diyelim ki ithal edilmiş olsun bu yazılar, 8. yy’daki Uygur Devleti’ne kadar yerleşik düzene geçmemiş bir toplumdan bahsediyoruz; yani ihtiyaçları yok...

Bu soruya bir cevap vermek ya da bulabilmek için yazmadım bu yazıyı. Sadece dikkat çekmeye çalıştığım şey, pekâlâ aslında bir dönem yerleşik olmuş olabilir Türkler tahmin edilenden çok daha önce...

İskandinav toplumlarında kullanılmış olan Runik yazıyla muhtemel ilişkisine girmiyorum bile, ama Orhun yazısıyla karşılaştırılabilmesi için koyuyorum alta bir örneğini.

14 Ekim 2011 Cuma

Yedi Harika II: Asma Bahçeler

Yedi Harika gezisinde ikinci durağımızdayız: Babil

Babil, Ortadoğu'nun, Mezopotamya'nın en ihtişamlı kentlerinden biriydi; en ihtişamlısı dememek için öyle söylüyorum. Küçücük bir köy olarak kurulan Babil, bulunduğu konumun da etkisiyle, son Sümerli hanedan olan ve Sümer Rönesansı da denen kısa bir altın çağ yaşatan Ur-III'ün iktidardan düşmesinin ardından (M.Ö. 2300) Babil İmparatorluğu'nun kutsal şehri ve başkenti olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl boyunca da, yani Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu yerlebir etmesine kadar çeşitli devletlerin yönetiminde büyük ve önemli bir merkez olabilmeyi başarmıştır.

İşte bu kadar ihtişamlı bir kent olan Babil, iki yapısıyla çok ünlüydü (Günümüzde Berlin'deki Pergamon Müzesi'ndeki İştar Kapısı'nı saymıyorum, zira şehir surlarının bir parçasıydı). Bunlardan biri, Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da Babil Kulesi adıyla bir şekilde değinilen Etemenanki adlı ziggurattır, yani basamaklı piramit şeklindeki Mezopotamya'ya özgü tapınak. 7 katlı ve 91 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Adı, "Yerlerin ve Göklerin Temeli Tapınağı" anlamına gelir. 91 metre, o dönem için (M.Ö. 6. yy) gerçekten çok büyük bir yüksekliktir.

Diğer yapıysa, Babili'in Asma Bahçeleri olarak bilinen yapı... Rivayete göre Babil Kralı II. Nebukadnezar, ülkesinin özlemiyle yanıp tutuşan Med ülkesi (bugünkü İran) prensesi ve ilk Med Kralı olan Cyaxares'in kızı olan karısı Amytis için, ona doğup büyüdüğü toprakları anımsatacak bir hediye olarak inşa ettirmişti. Gerçekten var olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak var olduğu söylenen dönemde yaşamış, Babilli ve Yunan tarihçiler bulunmaktadır. Bu tarihçiler, bahçelerle ilgili detaylı bilgi vermektedir. Üstüste teraslardan oluşan, dağ havasını veren koca koca bahçeler... Hem bir mimari, hem estetik, hem de mühendislik harikası olarak nitelendirilmekteler. Arşimed'in pompasına benzer bir sistem kullanarak suyun yukarı katlara taşındığı tahmin edilmektedir.

Tabii bu bahçelerin gerçekliliğiyle ilgili bir sorun bulunmakta. Bahçelerle ilgili ulaşılan en eski kayıtlar, Babil'li bir rahip olan Berossus'a aittir; Berossus, Bahçeler yapıldıktan yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamıştır; öncesinde bahçelere dair bir kanıt yoktur. Berossus'tan yola çıkarak devrin Yunan tarihçileri geliştirip güzelleştirerek bu konuda kendi eserlerini vermişlerdir.

Bir başka teoriyse, M.Ö. 705'te tahta çıkan ve M.Ö. 681'e kadar tahtta kalan Asur Kralı Sennacharib'in Ninova'da yaptırdığı ve sarayının karşısında bulunan bahçelerle karıştırlmış olduğu ihtimalidir. Geçen zamanla iki yer karıştırılmış ve bahçelerin yeri efsaneleşerek Babil'e de kaymış olabilir. İşin aslı herhangisi olursa olsun, İlk Çağ'ın en eski ikinci harikası olan bu bahçelerden günümüze geriye bir şey kalmamıştır ne yazık ki...

Bir sonraki durağımız Efes olacak.

7 Ekim 2011 Cuma

Tarih Siteleri II: Persepolis3D

Persepolis3D, Büyük İskender'in darmadağın ettiği Pers İmparatorluğu'nun, yine İskender tarafından yok edilen ihtişamlı başkenti Persepolis'teki (Eski Farsça Pārsa, ayrıca Taht-ı Cemşit) sarayın üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Site, tüm sarayı sanal ortamda yeni baştan inşa etmeyi ve bu alanda bir çalışmayı tarihçilerin hizmetine sunmayı amaçlamaktadır.

Sarayın en büyük yapısı olan Apadana, yani 'kabul salonu' başta olmak üzere Krallar Kapısı, Ordu Salonu, Ziyafet Salonu, Taht Salonu gibi yapılarını çeşitli açılardan gösteren ve dijital ortamda hazırlanmış üç boyutlu çizimler ve bu yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pers kralı I. Darius'un yaptırmaya başladığı sarayın bugünkü kalıntıları, sarayın ve dolayısıyla imparatorluğun ihtişamını bir hayli yansıtmakta. Ama bu çalışma, hem ilgilenenlere fikir vermekte, hem de tarihçilere çalışmaları için çok özel bir kaynak sunmaktadır. Ekip ayrıca Persepolis'le ilgili çeşitli belgesel filmler de hazırlamış ve satışa sunmuş bulunuyor.

Perslerin Persepolis kadar önemli arkeolojik merkezlerinden biri de Pasargad'dır. Büyük Pers Kralı Kiros'un (Cyrus) mezarı burada bulunmaktadır. Sitede Pasargad'la ilgili rekonstrüksyon çalışmalarına rastlamak da mümkün.

Çalışmalarından gelir elde edebilmek amacıyla, proje sahipleri (ki üç kişiler; mimar Kourosh Afhami, mimar Wolfgang Gambke ve PR Manager Sheda Vasseghi) internet üzerinden sanırım sitede doğrudan gösterilmeyen çeşitli rekonstrüksyonları çeşitli boyut ve sayılarda satmaktalar.

Alanında tek değil ama konusu nedeniyle çok özel bir site olan Persepolis3D İngilizce, Almanca, Farsça ve Japonca yayınlanmaktadır. Mutlaka girilip incelenmesi gereken bir site.

30 Eylül 2011 Cuma

Nefertem

Memfis Triadı’nın son üyesi olan Nefertem, dünyanın oluşumu öncesindeki sonsuz sularda ortaya çıkan, yükselen mavi mısır nilüferiydi. Bir tanrı olarak Ptah’la Sekhmet’in oğluydu.

Nefertem ve simgelediği mavi niüfer, Eski Mısır için önemli bir çiçekti: Edebiyatlarında, dinlerinde, sanatlarında, hatta mimarilerinde bu çiçek çok kullanılmaktaydı. Güneş’in ilk ışığı ve mavi nilüferin güzel kokusunu temsil etmekteydi.

Kafasında Mısır’a özgü bir çiçek olan mavi nilüfer olan güzel bir erkek olarak tasvir edilmekteydi. Bir şifa ve güzellik tanrısıydı. Bu nedenle Mısırlılar iyi şans getirmesi ve cazibelerini arttırması için muska olarak Nefertem’in heykelciklerini yanlarında bulundururlardı.

29 Eylül 2011 Perşembe

Mahmudiye

Osmanlılar, aynen Romalılar gibi, aslında bir denizci devlet olmaktan çok, ayaklarını kuru tutmayı seven bir İmparatorluğun çocuklarıydılar. Ancak kuruldukları bölgenin şartları onları denizci olmaya itmiş. Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu'nun antik dönemden günümüze kadar tarihini çok ciddi bir biçimde etkilemiş bir iç deniz olmasına şüphe yok. Hâl böyle olunca da, iyi bir donanmaya ihtiyacınız var demektir. İşte Mahmudiye de, bu büyük donanmanın 19. Yüzyıl'daki en büyük gemisiydi.

Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.

27 Eylül 2011 Salı

Sekhmet

Memfis Triadı’nın üyesi arslan başlı Tanrıça Sekhmet, başlangıçta Yukarı Mısır’ın Şifa ve Savaş Tanrıçası’ydı. Azılı bir avcıydı; nefesi çölleri yaratmıştı ve Firavun’un koruyucusuydu. Sekhmet kültü o kadar güçlüydü ki, 12. Hanedan’ın ilk firavunu I. Amenemhat başkentini Itjtawy’ye M.Ö. 1970 civarında taşıdığında, Sekhmet’in kült merkezi de taşındı.

Sekhmet aynı zamanda bir Güneş Tanrıçası’ydı; Ra’nın kızı olarak kabul edilmekteydi. Hathor ve Bast’la ilişkilendirilmekteydi. Kraliyetle ilişkisi nedeniyle Eski Mısır’ın kraliyet sembollerinden Uraeus’la birlikte tasvir edilmekteydi. Ma’at’ın hakemi olarak Osiris’in Ebedi Mahkeme Salonu’nda yer almaktaydı.

Sekhmet’i sakinleştirmek için savaş sonunda fesitval düzenlendirdi. Bu sayede savaşın getirdiği yıkım sona erdilirdi. Bunun dışında her yılın başında Sekhmet adına bir Sarhoşluk Festivali düzenlenmekteydi. Onbinlerce kişinin katıldığı bu festivalde Sekhmet’in insanlığı neredeyse yok ettiği sırada içerek sarhoş olmasını ve sakinleşmesini, litrelerce bira içip sarhoş olarak taklit etmekteydiler.

Konuyla ilgili mite gelince. Ra’nın Hathor’dan kızı olan Sekhmet, Ra’ya karşı Yukarı Mısır’da başlatılan bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak ayaklanma bastırılmasına rağmen Sekhmet’in kana susamışlığı dinmemişti. Bu nedenle tüm ölümlülere saldırmaya devam etti. Tüm insanlığı neredeyse yok edecekken, Ra Sekhmet’i Nil nehrini bira ve nar suyuyla karıştırarak kırmızıya çevirdi. Sekhmet bunu kan sandı, ondan sarhoş oluncaya kadar içti. Sarhoş olmasıyla birlikte sakinleşti ve katliamlarına son verdi.

Kült merkezlerinden biri de, Delta’da bulunan (Taremu) Leontopolis’ti. Bu kent, aynı zamanda M.Ö. 154 civarında Yahudilerin başrahibi IV. Onias tarafında Firavun VI. Ptolemy’nin izniyle kurulan ve Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan esinlenerek daha küçük ölçekte yapılan Oneion’a da ev sahipliği yapmıştır. Tapınak, M.S. 66’da başlayan ve İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sonuçlanan Roma-Yahudi Savaşları’nın başlamasıyla kapatıldı.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Ptah

Memfis Triadı’nın üyesi olan Ptah, aslında dünyanın oluşumu öncesindeki ebedi okyanusun ortasında bulunan ve dünyayı oluşturacak olan Ta-tenen’in kişileştirilmesiydi. Ta-tenen, Yükselmiş Topraklar demekti. Batmış Topraklar anlamında Tanen de denmekteydi. Ancak Ta-tenen, daha sonra Ptah’ın içinde asimile oldu ve yerini ona bıraktı.

Ptah dünyanın yaratılması çağrısında bulunandı. Kalbinde yaratılışını hayal etti ve onu konuştu. İsmi aynı zamanda ‘açan kimse’ anlamına gelmekteydi; bu anlam, Eski Mısır dininin kutsal metinleri olan Piramit Metinleri’nde geçen Ağzın Açılması Töreni’ne gönderme yapmaktaydı. Ağzın Açılması Töreni, bir mumya ya da heykelin nefes alıp konuşabilmesi için büyülü bir biçimde ağzının açılmasıydı ve Eski Krallık’tan Roma devrine kadar bu tören yapılmaktaydı. Bu törenin yaratıcısı da Ptah’tı.

Atum’un dünyanın yaratılışı öncesindeki tepenin üzerinde oturarak yaratılışı yönetmesi için Ptah tarafından yaratıldığına da inanılmaktaydı.

Ptah yaratılıştaki rolü nedeniyle, zanaatkârların koruyucusu olarak görülmekteydi. Bu rol özellikle taşla ilgili zanaatlar arasından daha yaygındı. Bunun mezar yapımıyla bağlantılı olması nedeniyle, zanaatkârlar Ptah’ın kendi kaderlerini belirlediğine inanmaktalardı. Bu özelliği de ona bir yeniden doğuş tanrısı haline getirmişti. Tanrı Seker’in de zanaatkârlarla ve güneşin yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmesi nedeniyle, Seker’in Ptah’la birleştirilerek, zaman zaman Ptah-Seker olarak tasvir edilmesine yol açtı. Bu özellik de Orta Krallık’a gelindiğinde yeraltı dünyasıyla bağ kurulmasına ve Ptah-Seker’in Osiris’le de birleştirilerek Ptah-Seker-Osiris’in oluşmasına neden oldu.

Mumyalanmış, yeşil renkli ve tüm saç kısmını örtecek bir başlık takarak tasvir edilen Ptah, Mısır’ın Latince başta olmak üzere, pek çok batı dilindeki isminin de kaynağını oluşturur. Mısır’ın başkenti Memfis’in isimlerinden biri olan Hikuptah ‘Ptah’ın Ruhunun Evi’ demekti. Latince’ye Aegyptus, İngilizce’ye Egypt, Fransızca’ya Egypte, Almanca’ya da Ägypten diye geçti.