History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill
Asya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Asya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tac Mahal

Eğer bir kral, bir sultansanız, genelde aşkı bulmanız çok zordur. Pek çok sebebin yanında, belli birileriyle zorla evlendirilirsiniz, çünkü çıkarlarınız genelde buna pek uymaz. Ancak tarihte - eşine az da rastlansa - bu aşkı bulan monarklar da az değildir... Firavun II. Ramses'le Kraliçe Nefertari, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen'le İmparatoriçe Theodora, İngiltere Kraliçesi Victoria'yla Prens Albert aklıma gelen örneklerin birkaçı. Ancak bu büyük aşklar, bazen büyük anıtların bırakılması sonucunu da doğurmuştur. Bunlardan kuşkusuz en ihtişamlı olanlarından biri de, Delhi'nin 300 km güneyindeki Agra'da bulunan Tac Mahal'dir.

Binlerce işçi ve zanaatkâr tarafından, mimar Üstad Ahmed Lahauri'nin başkanlığında ve aralarında Mimar Sinan'ın öğrencileri İsa Muhammed Efendi ve Üstad İsa'yla, kubbeyi tasarlayan Osmanlı kökenli İsmail Efendi'nin de bulunduğu bir mimarlar ordusunca tasarlanan ve 1632-1653 yılları arasında inşa edilen Tac Mahal, Hindistan'ın dünya çapında bilinen ve tanınan en ünlü yapısıdır desem çok da yanılmam, sanırım. Türk-Moğol ya da Babür İmparatorluğu'nun en parlak devrini yaşadığı bir dönemde hüküm süren Şah Cihan'ın, çok büyük bir aşkla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal için yaptırdığı mozoleyle, ona duyduğu aşkını ve ölümünün üstündeki tesirini ifade etmeye çalışmıştır adeta. Yüzlerce kilometre öteden gelen beyaz mermer kullanılarak inşa edilmiştir. Mazlemeler 1000 fil yardımıyla Agra'ya taşınmıştır. Bunun dışnda Arabistan'dan kuvarts, Afganistan'dan lapis lazuli, Tibet'ten turkuaz, Çin'den kristal ve yeşim taşı ve Sri Lanka'dan safir de getirtilmiştir. Duvarlarını süsleyen yazılar kazılarak yapılmamıştır: Hâlâ dünya çapında değerli taş işçiliği ve boya üreticiliği konusunda bir numara olan bir ülkeden bekleneceği gibi, değerli taşların kırılıp ezilmesiyle elde edilen tozdan üretilen boyalar, mermere adeta enjekte edilmiştir.
35 metre yüksekliğindeki kubbesi, 7 metre yüksekliğindeki silindirik bir kaideye oturtulmuştur. Ana yapının dört tarafında 40 metre yüksekliğinde birer minare bulunmaktadır. Minareler, çökme ihtimaline karşı mezarın üstüne değil de dışarıya devrilsin diye, kaidelerinin biraz dışına yerleştirilmiştir. Hat dışında Babür taş işçiliğinin en iyi örneklerine rastlamak mümkündür. Gerek mezarın iç kısmı, gerekse dış yüzeyi pek çok zarif ve ince kabartmalarla süslenmiştir.

Tac Mahal'in iki yanında birbirine bakan ve birbirinin ikizi iki cami bulunmaktadır. Bir kenarı 300 metre olan çarbağ denen ve İran'a özgü bahçesinin ortasında, anıtsal kapısıyla mezar arasında dikdörtgen biçimli bir havuz bulunur. Bunların hepsi bir araya gelerek bu büyük külliyeyi oluştururlar. Mezar, her yıl ortalama üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir.

Bir iddiaya göre, Şah Cihan, şimdi kendisinin de mezarı olan Mümtaz Mahal'in mezarının karşısına, Tac Mahal'in siyah mermerli olanından da yaptırtmak istemiş, fakan oğlu tarafından tahtından indirilince bu planları suya düşmüştür. Doğruluğunun ne olduğu tam olarak bilinmemesine rağmen, Tac Mahal'in kıyısında bulunduğu Yamuna nehrinin karşısında birtakım arkeolojik veriler bu iddiayı doğrular gibidir. Gerçi zaman içinde kararmış olan beyaz mermerler olduğu anlaşılan birtakım taşlar bulunmaktadır iddia edilen yerde, ama bahçe düzenlenmesinin de başlangıcına işaret eden bazı kalıntılar da gözden kaçmamakta.
Gerçek her ne olursa olsun, Tac Mahal Hindistan'ın incisi olmaya devam etmektedir. O kadar ki, çeşitli kopyaları da bölgede inşa edilmiştir. Bunların başında Şah Cihan'ın torununun, annesi için yaptırdığı Aurangabad'taki Bibi Ka Makbara'yla yakın zamanda inşa edilmiş Bangladeş Tac Mahali bunlardan birkaçıdır. Bunlar, aslında bu güzel yapının ne denli iz bıraktığının yalnızca iki örneğidir.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Ani Harabeleri

Türkiye'nin kuzeydoğu ucunda bulunan Kars'a gittiğiniz zaman, mutlaka gezilip görülmesi gereken şeylerin başında gelir Ani harabeleri... Bir zamanlar muhteşem ve büyük bir kent olduğunu, hâlâ ayakta duran birtakım yapıların büyüklüğüne bakarak görmek ve anlamak mümkündür.

Ani, Kars ilinin aynı adı taşıyan ilçesi sınırları içinde yer alır. Bu yazıldığı sırada hâlen kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırında yer alır. Fiilen sınırdadır; derin bir vadi ve arasından geçen Arpaçay Nehri iki ülkeyi birbirinden ayırır. O kadar ayırır ki, arada zamanında inşa edilmiş bir hayli eski bir köprünün (İpekyolu Köprüsü) bile yıkılmasına neden olmuştur bu bölünme.

Şehrin surlarının bir kısmı hâlâ ayaktadır; o kadar ki, mesela Google Earth'te kuşbakışı kalıntılara baktığınızda şehrin sınırlarını seçebilmeniz mümkündür. Şehrin birbirine en uzak iki noktasının arası yaklaşık 2 km'dir. Bagratuni Hanedanı'na başkentlik etmiş olan bu şehir, dönemi için bir hayli büyüktür. Çeşitli kaynaklar farklı sayılar verse de, en parlak devrinde 100,000 gibi bir nüfusu olduğu söylenir... Bence çok fazla ve iddialı ama... Olabilir belki.

Tarihi değeri yüksek pekçok yapıyı burda görmek mümkündür. Bunların en etkiliyeci ve göze çarpıcı olanı, bugün Selçuklu kümbetlerini andıran (ve belki de kümbet şeklinin de esin kaynağı) kubbesi yıkılmış bulunan Ani Katedrali'dir. Tipik bir geleneksel Gürcü-Ermeni kilise mimarisi örneğidir. Ayasofya'nın 989'da kubbesi hasar gördüğü zaman restorasyonunu da gerçekleştiren ünlü Ermeni mimar Trdat tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Bir yerde okuduğum bir tespit, kilisenin tasarımının, kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkacak Gotik Mimari'yle birtakım benzerlikler olduğu yönündeydi. Özellikle içerisinin fotoğraflarına bakınca da, Katedral'i ayakta tutan kolonların, Avrupa'daki büyük Gotik katedrallerde görünenlere benzediğini görmek mümkün. Ne kadar etkileşim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Malum, burası Kars; Gotik mimarinin anavatanı Fransa. Bir hayli zor ve düşük bir ihtmail olmakla birlikte, pekâlâ mümkün. Diğer taraftan, bu muhteşem yapı yazık ki acınacak halde olup, acilen daha ciddi koruma önlemleri alınarak korunması gereken oradaki onlarca yapıdan biridir.

İrili ufaklı çoğu kümbet biçiminde birkaç kilisenin yanında, bir ateş tapınağı (eh, İran'ın bu kadar yakınındaysanız Zerdüştlük şehrin bir parçası olur, Ateş tapınakları da Zerdüştlerin mabetleridir, o nedenle görmek mümkün.), Selçuklular'ın inşa etmiş olduğu bir saray ve Anadolu'da inşa edilen ilk cami olan ve yine Selçuklular'dan kalan Manuçehr Camii de burada bulunmaktadır. Elbette ki bunun dışında pek çok kalıntı görmek de mümkün, bunlar en önemlileri.

Çok ciddi kazı çalışmalarının yapılmadığını ve mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tek kelimeyle etkileyici bir yer. Burası, ciddi kaynak ayrılmaya değer.

İki şey daha söyleyip noktayı koyuyorum yazıma.

Birincisi, ne yazık ki sınırın Ermenistan tarafında, kalıntıların hemen karşısında işletilmekte olan bir taş ocağı var. Bu taş ocağında zaman zaman dinamit patlatılmakta ve bölgedeki kalıntılara zarar vermektedir. Çok acı bir durum gerçekten.

İkincisine gelince. Ani'ye gittiğinizde, gerek oradaki kaynaklar, gerekse şanslıysanız ve bir şekilde bir rehberle gezecek olursanız rehber, size buranın bir Gürcü kenti olduğunu söyleyeceklerdir... Ani'yle ilgili çok fazla kaynağa ulaşma şansım yok. Ancak hiç güvenilirliği olmayan Wikipedia, konuyla ilgili olarak kentin Bagratuni Hanedanı tarafından uzun zaman yönetildiği ve Kral Gagik zamanında da altın çağını yaşadığını, hatta Trdat'ın da bu dönemde Ani Katedrali'ni inşa ettiğini söylemekte. Diğer yandan İnglizcesinde Ani'nin bir Ermeni yerleşimi olduğu vurgulanırken ve Gürcü lafı hiç edilmezken, Türkçesi'nde Bagratuniler'in Gürcü kökenli olduğunu okumak mümkün.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bence buranın bir Gürcü kenti olduğunu söylemek bir hayli zor. Bir kere günümüz Ermenistan'ı tam karşısında. Gürcistan'a ise bir hayli uzakta. Etrafta, yani Ani'de Gürcü ya da Ermeni alfabesiyle yazılı bir şeye rastlamak mümkün değil. Kiliselerin mimarileri son derece tipik olup, her iki milletin kiliseleri de günümüzde bile bu üsluptan esinlenilerek inşa edilmektedir. Tiflis'teki Sameba Katedrali ile Erivan'daki Aziz Gregory Katedrali ilk bakışta bu anlamda da benzerlik taşımaktadır. Üstelik Ermeni olduğu vurgulanırken dışarda, Gürcüler'in buna çok ses çıkardıklarını duymak pek de mümkün değil. O nedenle burası büyük ihtimalle bir Ermeni kentiydi demek yanlış olmayacaktır. Ancak, son 150 yıl içinde bölgede yaşanan tüm olaylar - iç çatışmalar, savaşlar, işgaller, toprak istemeler, katliamlar, vs. - bu şekilde bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır gibi geliyor ki bana, bence doğru ya da yanlış, bunların olması çok normal ve doğal.

Uzun lafın kısası; fırsatınız olursa mutlaka bir gün Kars'a gidin, oraları bir görün. Ama özellikle de Ani Harabelerini ziyaret etmeden de oradan ayrılmayın. Pişman olmayacaksınız.

29 Eylül 2011 Perşembe

Mahmudiye

Osmanlılar, aynen Romalılar gibi, aslında bir denizci devlet olmaktan çok, ayaklarını kuru tutmayı seven bir İmparatorluğun çocuklarıydılar. Ancak kuruldukları bölgenin şartları onları denizci olmaya itmiş. Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu'nun antik dönemden günümüze kadar tarihini çok ciddi bir biçimde etkilemiş bir iç deniz olmasına şüphe yok. Hâl böyle olunca da, iyi bir donanmaya ihtiyacınız var demektir. İşte Mahmudiye de, bu büyük donanmanın 19. Yüzyıl'daki en büyük gemisiydi.

Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.

30 Ağustos 2011 Salı

30 Ağustos...

Bugün dünya üzerinde yaklaşık 203 egemen devlet bulunmaktadır. Bunlardan 192 tanesi Birleşmiş Milletler'e üyedir ve Vatikan'la beraber bu 193 devlet, uluslararası tanınmış devlet olarak nitelendirilirler. Diğer on devlet, sınırlı şekilde tanınmış ya da tanınmamış devletlerdir ve içlerinde Tayvan, Kosova, Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Filistin, KKTC, Abhazya gibi devletler bulunur. Görüldüğü gibi, son derece sorunlu olan bu küçük devletçikler ve mikroulus denenler dışında dünyadaki devlet sayısı 193'tür.

Bu sayı, 1922'de 70 idi. Ancak bu sayıya aldanmamak gerekir; zirâ 1922, Birinci Dünya Savaşı denen fırtınanın yerinden oynatmış olduğu taşların bir kısmının havada hâlâ uçuştuğu, ama çoğunun nihayet yere düştüğü senedir. Ayrıca o 70 devletin çoğu 'devlet' olmalarına rağmen gerçek anlamda egemen değildir; bir kısmı Britanya İmparatorluğu, Fransa gibi güçlerin hakimiyetindedir; bir kısmı ise Çarlık Rusyası'nın kalıntıları üzerinde patlayan iç savaşın külleri üzerine kurulan Sovyetler Birliği'nin parçasıdır... ya da olmak üzeredir. Bunları çıkardığınızda, geriye 40, bilemediniz 50 tane devlet kalır geriye...

Bugün mevcut olan bu 193 devletin çoğu, geri kalanların sömürgeleriydiler ve onların da çoğu Afrika'da ve Asya'da bulunmaktaydı ve bir kısmı birtakım antlaşmalar yaparak sömürgeci egemen gücün mecbur kalmasından dolayı devletlerini kurabilmişlerken, bir kısmı da bu işgalcilerle göğüs göğüse çarpışarak binlerce insanını kaybetmek durumunda kalmıştı. Can çekişmekte olan Devlet-i Âliye'nin kurduğu 600 yıllık (ve bir zamanlar muhteşem şekilde işleyen) dünya sistemi paldır küldür 1910'ların sonunda Büyük Savaş'la çökerken, aynen düşmekte olan bir uçağı kurtarma çabasındaki yolcular arasından çıkan eski bir pilot gibi, Mustafa Kemal Paşa ve bu topraklarda yaşayan bu millet, canını dişine takarak ve topyekün bir mücadeleye girerek Anadolu'yu, yani Güneş'in Doğduğu Topraklar'ı bu topraklarda emperyalizmi en vahşi şekliyle hissettiren dünyanın en büyük güçlerine - Büyük Britanya İmparatorluğu'na ve Fransa'ya karşı ölesiye çarpıştılar. Bu mücadele işte bundan tam 88 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922'de Büyük Taaruz'un sonunda gelen muhteşem bir zaferle sona erdi... ve o gün, gerçekten büyük bir gün oldu; çünkü kabul edin ya da etmeyin, o gün dünya tarihi değişti.

Dünya tarihini kendi istediği gibi yazan birtakım dünya çapındaki çevreler, bu olayı son derece hafif geçiştirmekte hâlâ ısrar ederler. Ancak anlaşılması gereken bir nokta var: Bu savaş, ölmekte ve dünyadan silinmekte olan bir milletin, aynen efsanevi Zümrüd-ü Anka gibi küllerinden yeniden doğmasıdır ve bunu dünyanın en büyük güçlerine karşı gerçekleştirmesidir... Bizans İmparatorluğu'nun da 300 yıllık yeniden doğuşu hayalinin sonudur.

Evet, büyük şanstı, doğru. İtalyanlar, istedikleri toprakları alamayınca ellerindeki malzemeleri Millet Meclisi iktidarına devrettiler. Evet, Çarlık Rusyası yıkıldığı için Rusya Anadolu hareketine karşı mücadele edemedi, hatta onlara yardım bile etti. Evet, Sakarya Savaşı'ndan sonra Fransa da desteğini çekince Britanya yalnız kaldı, zaten biz Yunanistan'la savaştık, diğerleriyle değil...

Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığının ne olduğunu iyi anlamak gerekir ki, az önce saydıklarıma bakarak olay hafife alınmasın.

  1. Fransa da, Sovyetler de Sakarya'dan sonra çekildiler/yardım ettiler. Sakarya'ya kadar işi getirmek ve Sakarya'da o kadar süre dayanmak bir marifettir. Hem de mucizevi bir marifet.
  2. Britanya'nın yaptığı stratejik hataları avantaja dönüştürmek - savaş bittikten sonra savaşı uzatmak ve iktidarın halka olan desteğini yitirterek iktidarı zayıflatmak ve hatta sonunda düşürtmek, İtalyanlar'ı küstürtmek gibi - bir beceri, strateji ve zeka işidir. Diplomasi yeteneğidir.
  3. Artık dağılmakta olan İmparatorluğun dört bir yanında başlayan direniş hareketlerini tek bir merkezden toplamak, üstelik şeref ve haysiyetinden çok şey kaybetmiş merkezî hükümetin tüm bu çabaları durdurmaya yönelik tedbirlerine rağmen bunu yapabilmek, ayrıca bir yetenek ve başarıdır. Özümsenemeyecek kadar.
  4. Saydıklarımın hepsini, herkesi ortak bir paydada buluşturarak ve sözünü dinleterek yaptırmak ise apayrı bir beceridir ve tanrısal ya da değil, herhangi bir büyük mucizeye de eşdeğerdir. Çünkü; eğer Türkiye Cumhuriyeti şu an varsa, Türkçe hâlâ var olan bir dilse, tüm sorunlarına, çıkmazlarına, askeri müdahalelerine rağmen bağımsız bir Cumhuriyet ise, ve - işte dünyanın görmezden gelmek için kıvrandığı nokta burasıdır dikkat edin - başta Hindistan ve Pakistan olmak üzere; Tunus, Cezayir, Mozambik gibi bağımsızlıklarını savaşarak almak zorunda kalan ülkeler bu mücadeleden güç alarak kazanmışlarsa bağımsızlıklarını; işte o Mustafa Kemal Paşa ve ekibinin sayesindedir. Bu da büyük, dünya çapında bir mucizedir.
  5. Üstelik başını Atatürk'ün çektiği bu ekibin, köhneleşmiş olan bu yapılar silsilesini yıkıp yerine gelişime açık, modern bir yapıyı kurması da, hah işte o da bir mucize ve şanstır efendim.
Kimseye tanrısal bir kudret, bir güç vermeye çalışmıyorum. Söylemlerimde Neyzen Tevfik kadar da ileri gitmiyorum, ancak kimsenin bu insanların hakkını bu şekilde yeme lüksü yok.

"Faşist! Dinsiz! Hain! Diktatör!" Bunları demek kolay. Onu Hitler'e, Mussolini'ye falan benzetmek de kolay, başka şeylerle suçlamak da. Ancak bu insanlar hakkında bazı insanlar ileri geri konuşurken, örneğin son 800 yıl içinde İran'ın başına gelen en büyük felaket için "Humeyni'yi seviyorum ben" derken ve paragrafın başındaki sözcükleri kendisinin orada konuşmasına olanak veren düzeni kuran kişiler için sarfetmeyi içinden geçirirken, kafalarını toparlayıp, yerden yere vurmaya kalktıkları bu önemli şahsiyeti tarihten çıkarıp bir alternatif tarih yazmaya kalksınlar, bakalım dünyanın şekli ne oluyor o zaman... ve kendileri nereye denk geliyor acaba, bunu iyi düşünmeleri gerek.

Sonuç: Atatürk, sadece kendi ülkesinin değil, yaptıklarıyla dünya üzerindeki büyük, küçük pek çok ülkenin kaderini değiştirdi. Ve bunun en önemli adımlarından birini de 30 Ağustos'ta attı. Türkiye'yi de o sayede yarattı. Bunu unutmamak lazım. Hepinizin Zafer Bayramı kutlu olsun...

26 Ağustos 2011 Cuma

Malazgirt'te Bizans

Bugün 26 Ağustos... Türk tarafının Kurtuluş Savaşı, Yunan tarafının Küçük Asya Felaketi dediği Türk-Yunan Savaşı'nın en önemli askeri olaylarından Büyük Taaruz'un başladığı gün bugün. Askeri dehası sayesinde Mustafa Kemal Paşa'nın planı başarılı olmuştu: Ordunun büyük bir bölümünü gizlice güneye kaydırmış, fakat kuzeyde kalan küçük bir bölümü de, sanki ordu hâlâ ordaymış hissi verecek şekilde manevralar yapma emri vermişti. Sürpriz bir saldırıyla başlayan çarpışmalar, birkaç gün içinde - 30 Ağustos'ta - zaferle sonuçlanacak, 9 Eylül'de de TBMM ordusu İzmir'e girerek Yunan birliklerini Anadolu topraklarından çıkaracaktı...

Ancak bu planın en kritik noktası olan baskının başarıya ulaşmış olmasının nedenlerinden biri de, tarihin seçimiydi. Böyle bir taaruza kalkışabilineceği Yunan ordusu tarafından hiç tahmin edilmemişti. Mustafa Kemal Paşa ise, tarihteki bir başka önemli savaşın tarihinden yola çıkarak 26 Ağustos'u belirlemişti. Eğer Yunan ordusu, bu tarihte çok daha dikkatli olsaydı, belki de Büyük Taaruz başarıya ulaşamayacaktı. O diğer savaş ise Anadolu'ya gelmekte olan Selçuklu ordusuyla, Anadolu'yu elinde tutmaya çalışan Bizans ordusu arasındaki 26 Ağustos 1071'de yapılan Malazgirt Savaşı'ydı.

Az çok biliriz tarih derslerinden: Selçuklular Anadolu'nun kapılarına dayanmaya başlar, sonunda ordular karşılaşır, devrin Bizans İmparatoru Romanos IV Diogenes'in ordusuyla Alparslan'ınki çarpışır ve Bizans ordusu kaybeder. Mağlup imparatora Alparslan iyi davranır ve yüksek bir fidyeyle evine geri yollar. Döndükten sonra da Romanos tahttan indilir; kısa bir süre sonra da ölür. Savaştan sonraki 25 yıl içinde Türkler İznik'e kadar gelirler, hatta onu başkent yaparlar ve Haçlı Seferleri'nin başlamasına neden olurlar...

Peki tüm bu olan biten basitçe iki ordu çarpışması sonucu birinin yenilmesinden mi ibaretti yani? Bizans o kadar acınacak bir devlet miydi ki gelip 25 yılda ufak tefek çarpışmalarla bu kadar şey kaybedebildi?

Ayasofya'yı yapan Bizans büyük bir devletti, kuşkusuz; ama bu büyüklüğünü Selçuklular gelene kadar kaybetmişti. Bunun ilk sebebi, daha Roma devrinden başlayan, 600 yıl süren ve son 250 yılında İran'da Sasani iktidarı sırasında iyice kızışan ve sertleşen Roma-İran Savaşları'ydı. O kadar ki, her iki imparatorluk da birbirinin başkentini bile kuşatabilmiş, fakat alamamıştı; yenişemiyorlardı bir türlü. Bu da tarafların çok ciddi olarak yıpranmasına neden olmuştu. Bu savaşlar, İmparatorluğun başına büyük dertler açacak ikinci sorunun Sasanileri ortadan kaldırmana kadar devam etti. O ikinci dert de İslamiyet'le Ortadoğu'da etkinlik kazanmaya başlayan Araplar'dı.

İslam İmparatorluğu, Bizans'a doğuda en ağır darbeyi vuran etken oldu. Hilafet orduları Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Tunus'u alarak Fas'a kadar ilerlemiş ve İspanya'ya çıkmıştı. Bizans, son derece önemli gelir ve yiyecek kaynağı olan bu eyaletlerinin kaybını bir daha asla telafi edemedi.

İslam İmparatorluğu kadar, Kuzeyden gelerek başına bela olan Slavlar ve özellikle Bulgarlar'ın Balkanlar'da yaptıkları yıkım da yıpratmıştı Bizans'ı. İtalya'daki etkinliğini sarsan Frank ve Lombardlar gibi barbarlar dışında, dini ve siyasi iç çatışmaları - taht mücadeleri ve ikonoklazm (ikon kırıcılık) gibi - de devleti oldukça yıpratmıştı.

İşte Türkler, Anadolu'ya geldikleri sırada karşılarında eski ihtişamının gölgesindeki bir hayli yıpranmış haldeki Bizans'la karşılaştı. İmparator Romanos IV Diogenes karmaşık bir dönemde, kurulu bir hanedanın olmadığı bir anda, evlilikle bir şekilde tahta çıkmayı başarmıştı. Ordusunun çoğunluğunu da paralı askerler oluşturuyordu. Zaten o yüzden yenilip evine döndüğünde, İstanbul'da güçlü olan Doukas ailesi tarafından tahttan indirilerek gözleri oyulmuş ve kısa bir süre sonra da Kınalıada'da ölmüştü ve o yüzden ordusu onu savaşın ortasında terk etmişti. Kısacası Selçuklular iyi savaşmış olabilirler; ama doğru yerde doğru zamanda oldukları için başarılı oldular biraz da.

14 Ağustos 2011 Pazar

İlkçağın Yedi Harikası

Sidonlu Antipater'in bundan yaklaşık 2250 yıl önce hazırladığı bir listedir Antik Çağın Yedi Harikası. Ve bu liste, Büyük İskender'in kısa ömründe dünyanın öbür ucuna gitmek suretiyle kurduğu imparatorluğu içindeki 'mutlaka görülmesi gereken' yerleri ifade eden bir turistik listeden başka bir şey değildir aslında. Evet, ilkçağda da insanlar - günümüzdeki kadar olmasa da - turistik geziler yapmakta, dünyayı bir şekilde dolaşmaktalardı. Turizm o dönemde de bir gelir kaynağıydı. Gerçi o kadar güvenli değildi belki bu kadar yeri gezmek; zaten o yüzden pek azdı hepsini birden görme şansını yakalayanlar... ancak yine de, Antipater yaptığı bu listeyle hem dönemini, hem de kendinden sonra gelenleri etkilemeyi, cezbetmeyi, onlara ilham kaynağı olmayı başardı şüphesiz. Değil mi ama, insanlar bu listeden etkilenip 'Yeni Yedi Harika'yı seçmek için kampanyalar düzenlediler, yarışmalar yaptılar... Ayasofya girsin diye az mı uğraştık o modern listeye... Antipater'in 7'lik listesi sebebiyle oldu bütün bunlar.

Peki neydi bu yedi yapı? Neden bu yedi yapıydı ve neden yedi taneler?

Cevaplamaya sondan başlayalım: 7 taneler, çünkü Eski Yunanlılar - ki Helen demek daha doğru, Antipater'in memleketi Sidon, bugün Lübnan'da bulunan Sayda kentinden başkası değildir ve eski bir Finike kolonisidir, yani Yunan değildir ama kültürel olarak Yunan'dan etkilenmiştir - bu sayıyı kutsal saymaktaydılar. Gerçi tek bu sayıyı kutsallık katanlar Yunanlılar değildir; Roma'nın ve sonradan İstanbul'un yedi tepeliliği, Museviler'in kutsal şamdanları Menorah'ın iki türünden birinin yedi kollu oluşu (diğeri dokuz kolludur), haftanın gün sayısının yedi olması, en azından bir dönem Kâbe'nin ortasında bulunduğu Mescid-i Haram'ın yedi minareli olması, Roma Krallığı'nın yedi kralının olması, Yedi Büyük Günah, hatta belki de kart oyunundaki pis yedili lafı bile yediye insanoğlunun yakıştırmasıdır. Kıssadan hisse, yedinin sebebi budur.

Peki bunlar nelerdi? İşte liste:
  1. Büyük Piramit, Gize, Mısır (M.Ö. 2560)
  2. Asma Bahçeler, Babil, Irak (M.Ö. 600)
  3. Artemis Tapınağı, Efes, Türkiye (M.Ö. 550)
  4. Zeus Heykeli, Olympia, Yunanistan (M.Ö. 432)
  5. Mausollos'un Mezarı, Halikarnas, Türkiye (M.Ö. 351)
  6. Rodos Heykeli, Rodos, Yunanistan (M.Ö. 292-280)
  7. İskenderiye Feneri, İskenderiye, Mısır (M.Ö. 280)
Aşağıdaki haritada söz konusu yapılar işaretli noktalarda bulunmaktalardı.
Gelelim bu yedi yapı olmasının sebebine: Şüphesiz, ilkçağ bir sürü değerli, güzel, gösterişli, ihtişamlı, insanları gördüklerinde büyüleyen, hatta şaşırtan yapılara, eserlere sahipti. Ancak anlaşılan Antipater, İskender'in imparatorluğu sınırları içinde - yani Helen dünyasında kalmak şartıyla, kendi dönemindeki en ihtişamlı ve değerli yedi yapıyı seçmiş olsa gerek. Bunların beş tanesi İskender öldükten sonra yapılmış/tamamlanmış eserlerdi. Geri kalanıysa Helen kültüründen bir şekilde etkilenmiş yapılardı.

Evet, işte böyle. Her birini tek tek yazacağız elbet. Hepsinin anlatacağı çok şey var. Ama şimdilik bu kadar.

2 Ağustos 2011 Salı

Parşömen

İnsanoğlu var olduğundan beri, kalıcı olmak, bir iz bırakmak ya da kendisini ifade etmek için çok çaba sarfetmiş. Yeri gelmiş, yaşadığı mağranın duvarlarını boyamış, avını ve avlanışını, günlük yaşamını resmetmiş; ilk büyük toplumlar oluşunca bunu daha ayrıntılı, özenli, gelişmiş ve hatta gösterişli biçimiyle, örneğin Eski Mısır’da olduğu gibi tapınaklarının, saraylarının, mezarlarının duvarlarını süslemişler... “Hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür”; yani “insan hafızası unutkanlık hastası” olduğu için de, toplumlar geliştikçe bir şeyleri kaydetmek daha da zorunlu hale gelmiş. Daha kolay, rahat ve elde taşınabilecek nitelikte kayıt tutulabilmesi için, Mezopotamya’dakiler kil tabletleri kullanırken, Mısır’da insanlar papirüs bitkisinden elde ettikleri ve aynı adla anılan kağıdımsıyı icat etmişler. Ancak günümüzde az da olsa kullanılan bu yöntemlerden bir tanesi, bu topraklar vasıtasıyla yaygınlaştırılmış olduğu gibi, sözkonusu devlet ve şehir de o kağıda adını vermiş: Parşömen.

Hikayeye göre parşömen, Mısır Firavunu V. Ptolemy Epiphanes ya da VI. Ptolemy Philometor, hem İskenderiye Kütüphanesi’nin ihtişamının geçilmesini engellemek için, hem de Nil’de aşırı hasat sonucu papirüs bitkisinin neredeyse bölgede tükenme noktasına gelmesi nedeniyle papirüsün ihracatını durdurmuş. Kağıt ihtiyacını karşılamakta zorlanan ve Antik Çağı’n en büyük kütüphanelerinden biri olan Bergama Kütüphanesi’ni büyütmek isteyen Bergama Kralı II. Eumenes, papirüsün yerini alabilecek bir şeyi kendisine getireni çok cömertçe ödüllendireceğini ilân etmiş. Kütüphanenin müdürü Krates de oğlak derilerini birtakım işlemlerden geçirerek üstüne yazılabilir hale getirip krala vermiş. Bu yöntemle üretilen kağıt, (aslen daha önceden kullanılıyor olmasına rağmen) Bergama üzerinden dünyaya yayılmış. Adını da, Bergama Kağıdı’nın latincesi olan Charta Pergamena’dan almış. Avrupa’da Gutenberg’e kadar yoğun olarak kullanılmaya devam etmiş.



Peki nedir bu parşömen?

Parşömen, hayvan derisinden yapılan bir çeşit kağıttır. Koyun, keçi gibi hayvanların yanında, tavşan, sincap derilerinden de parşömen üretmek mümkündür. Yüzülen deri kireçte bekletilerek kıllardan ayrıldıktan sonra, gerilerek yağ ve et dokusundan kurtulunur. Sonra da çeşitli malzemelerle zımparalanır. Bu işlem tekrar edilerek daha kaliteli parşömen üretmek de mümkündür.



Her iki yüzüne de yazılabilirliği, papirüs de dahil diğer yazı araçlarına nazaran çok daha dayanıklı olması, her hayvandan üretilebilmesi gibi nedenlerle son derece başarılı bir kağıt türüdür. Günümüzde eski kullanımından yoksun olmakla birlikte, hâlâ üretimi gerçekleştirlimekte olan parşömenin en kalitelisi buzağı derisinden yapılır. Bergama kentinde hem turizme katkıda bulunması, hem de bu zanaatin kaybolmaması için parşömen üretilmesi yönünde çalışmalar sürdürülmekteydi yanlış hatırlamıyorsam...