History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill

24 Ocak 2012 Salı

Uğur Mumcu (1942 - ... )

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken,
Bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

18 Ocak 2012 Çarşamba

18 Ocak’taki Tarihsel Sembolizm

İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki, sembolizme bayılır. Bir şeyi söylemek için onu doğrudan ifade etmek yerine, başka bir biçimde, birtakım imgelerle, hareketlerle, eşyalarla pekiştirmek, verilmek istenen mesajı daha etkili kılacağı için bu yola çok sık başvurur. Papa’nın tacının üstüste geçmiş üç taçtan oluşması, tüm imparator/prens/krallardan daha üstün olduğunu göstermek içindir. Kanuni Sultan Süleyman ise, papadan daha üstün bir otoriteye sahip olduğunu göstermek için, aynı tacın dörtlüsünden yaptırdığı söylenir. İtalya’nın Bologna kentinde onlarca anlamsız kule inşa edilmiştir. Bu kulelerin tek bir amacı vardı, o da, onu inşa ettiren ailelerin tüm dünyaya kendi güçlerini göstermesiydi. Tevrat’ta Babil Kulesi olarak bilinen basamaklı piramit şeklindeki Marduk tapınağı Etemenanki, gökteki tanrıya ulaşmak için bir yolken, onun inşaatının durmasını konu alan bir mitolojinin Babil üstünde oluşması, bugünkü İsrail/Filistin topraklarında kurulmuş olan Yahudi krallıklarının Babil tarafından yok edilmesiyle başlayan Babil sürgününün adeta bir edebi intikamı gibidir.

Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?

İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.

Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...

Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.

İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!

10 Ocak 2012 Salı

Nika Ayaklanması

Bizans İmparatorluğu'nun en parlak dönemlerinden (belki de en parlağı) olarak tarif edilen İmparator I. Iustinianus, nam-ı diğer Jüstinyen'in devri, aslında hiç de parlak bir biçimde başlamamıştı. Hatta onun zamanında kalan en önemli eserler - Ayasofya da dahil - başkent Konstantinopolis'in o zamana kadar başından geçen en büyük felaketin külleri üzerine yükselmişti. Bu felaketin adı, bundan 1479 yıl önce patlayan Nika Ayaklanması'ydı (nika=zafer).
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.

1 Ocak 2012 Pazar

Yeni Yıl...

2010'u geride bıraktık... Yine yeni bir yıl, yine döndük, dolaştık, geldik bir de baktık ki Ocak olmuş... Ancak bugün, insanlık için dünyanın birkaç milyar yıldır yaptığı şeyi tekrar yapmış olmasını kutlamanın ötesinde bir şey. Yeni bir başlangıç, yeni bir umut ifade etmekte pek çok insan için... Pek çok kişi için eğlenmek, gezmek, dinlenmek, aileyle vakit geçirmek için harika bir fırsattır.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:

Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.

Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.

Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.

Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.

Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.

Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.

İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.

Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.

İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.

Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.