History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill

28 Aralık 2011 Çarşamba

Westminster Abbey

Londra'nın en eski yapılarından ve en büyük ve güzel kiliselerinden Westminster Abbey'in bugünkü yapısı, 946 yıl önce bugün, 28 Aralık 1065'te kutsanarak 'açıldı'.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.

Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.

I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.

Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).

Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.

Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.

İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.

20 Aralık 2011 Salı

Tarih Siteleri IV: Rome Reborn

Rome Reborn, Virginia Üniversitesi'nin pek çok başka kurum ve kuruluşla birlikte üstünde çalıştığı uluslararası bir proje. Sitede ifade edildiği kadarıyla, projenin amacı Roma kentinin Geç Tunç Çağı'ndaki ilk ortaya çıktığı zamandan (yaklaşık M.Ö. 1000) İmparatorluk sonrası Erken Ortaçağ'a kadarki (M.S. 550) kentsel gelişimini üç boyutlu modellemelerle ortaya koymak. Modellemeye İmparator Konstantin devriyle, M.S. 320'nin Roma'sıyla başlamışlar. Bunun sebebi o dönem Roma kentinin nüfus ve kentsel bakımdan doruk noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu dönemden sonraki yaklaşık 150 yıllık süreç içinde kent pek çok kez barbar kavimlerce yağmalanacak, yakıp yıkılacaktır. En çok bu dönemden kalan yapıların kalıntılarının günümüze kadar ulaşabilmiş olması da, diğer dönemlere nazaran daha az tahmin yapmaya ihtiyaç duyulması ve bu nedenle de gerçeğe daha yakın olunmasına katkıda bulunmaktadır. Bu tarih, aynı zamanda pagan Roma'nın ulaştığı son noktadır. Bundan sonra büyük ve önemli Roma kiliseleri, Konstantin'in Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini hâline getirmesiyle inşa edilmeye başlanacak ve bu durum birkaç kez değiştikten sonra I. Theodosius zamanında kesinleşecek, böylece Roma'nın çehresi yıkımların yanında dönülmez bir biçimde değişecektir.

Projenin ne kadar başarılı olduğunu söylemek için örneklerine bakmak yeter de artar bile.
Ancak proje, aynı zamanda bir başka yerde de kendini göstermiş bulunuyor: Google'ın dünyanın her yerini dolaşma fırsatı veren programı Google Earth'ün İngilizce arayüzünde 'Gallery' kısmına bir alt başlık olarak Ancient Rome 3D maddesinin eklenmiş olduğunu görmek mümkün. Arayüzün dili ayarlardan değiştirilebiliyor. Ancient Rome 3D seçeneğini seçtikten sonra Roma'ya gittiğinizde karşınıza şöyle bir manzara çıkıyor:Evet! 3 boyutlu modellemeyle tüm Roma kentinin IV. Yüzyılın ilk çeyreğindeki halini görmek, içinde dolaşmak, her önemli yapı hakkında bilgi almak mümkün. Görünüşe bakılırsa Google Earth'le Dünya, Ay ve Mars'tan sonra tarih içinde yolculuk yapabilmek de mümkünmüş. Tabii bunu yaparken 3 boyutlu modelleri kapatmayı unutmayın; aksi takdirde şu an var olan binaların modelleriyle 1700 yıl öncesinin Roma'sınınkiler iç içe giriyor.

2008'den bu yana sürdürülen proje, böylece belli bir ölçüde herkesin ulaşabileceği bir noktaya geliyor. Tek kelimeyle mükemmel, mutlaka incelenmesi gereken bir sayfa.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Yedi Harika IV: Zeus Heykeli

Olympia... Olimpiyat Oyunları'nın yapıldığı, büyük Zeus'un en önemli tapınağının bulunduğu yer. Ve burası ününü sadece Olimpiyat ve birtakım mabetlere değil, Eski Yunan kültürünün belki de en önemli heykeline de ev sahipliği yapmasına borçlu: Heykeltraş Phidias'ın yapmış olduğu ve Zeus Heykeli'ne.

Günümüzde hiçbir izi kalmamış olan heykel, Zeus'un tahtında oturur bir biçimde göstermekteydi. 12 metre uzunluğundaki heykelin sol tarafında yerde bir kartal bulunuyordu; Zeus'un sol elinde bir asa, sağ elinde ise Zafer Tanrıçası Nike bulunmaktaydı. Tahtı sedr ağacından, heykelin kendisi ise altın, fildişi ve abanozdan yapılmıştı. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabo, heykeli tarif ederken, "eğer tanrı ayağa kalksa, tapınağın çatısını yıkabilir" demişti. Phidias'a heykeli nerden esinlenerek yaptığı sorulduğunda, Homeros'un Ilyada'sındaki bir tarifin bu konuda kendisini etkilediğini söylemiş.

Roma İmparatoru Caligula'nın heykelin kafasının kendi kafasıyla değiştirilmesi için Roma'ya getirtmeye kalkışmış, ancak M.S. 41'de öldürülmesiyle bu gerçekleşmemiştir.

Zeus'un bu muhteşem heykelinin sonunun ne olduğuyla ilgili birtakım iddialar vardır. İmparator Theodosius'un emriyle tüm pagan tapınakların kapatılmasının ardından Olympia'daki Zeus tapınağı da kendi haline terkedilmişti. İşte ilk iddia da, bundan sonra M.S. 425'te meydana gelen bir yangın sırasında yok olduğudur.

İkinci bir iddiaya göre de heykelin, II. Theodosius zamanında İstanbul'daki İmparatorluk Sarayı'nda görev yapmış İmparator'un Teşrifatçısı Lausos'un kendi koleksiyonu için İstanbul'a getirtmesiyle ilgilidir. Roma'nın Hıristiyanlık dışındaki dinleri yasaklayıp pagan tapınakların kapatılmasıyla birlikte, heykelleri oluşturanlar da dahil tapınaklardaki değerli malzemeler sökülmüştü. Zeus'un Olympia'daki heykeli de bundan nasibini almıştı tabii. O nedenle de, kala kala sadece bir iskelet kalmıştı geriye. İşte ikinci iddia da, Lausos'un İstanbul'daki Hipodrom'la Binbirdirek Sarnıcı arasında bulunan evine - ki sarayı demek daha doğru aslında - getirtmiş olduğu bu 'iskelet'in, M.S. 475'te şehrin merkezini yok eden bir yangın sırasında, heykel koleksiyonunun geri kalanıyla beraber tamamen yok olduğudur.

Heykelin yapıldığı yerle ilgili olarak, M.S. 2. Yüzyıl'da yaşamış tarihçi-gezgin Pausanias, Phidias'ın Olympia'da bir atölyesinin olduğunu ve heykelin de burada yapıldığını kaydetmiştir. 1950'lerde Olympia'da yapılan kazılar sırasında, Phidias'ın atölyesi bulunmuştur. Atölyede birtakım aletler, toprak kalıplar yanında üzerinde 'Ben Phidias'a aitim' yazan bir kap da bulunmuştur.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Sagrada Família

Barcelona bugün tarihi bir gün yaşıyor: 1882'de inşasına başlanan ve Barcelonalı ünlü mimar Antoni Gaudí'nin 30 yaşındayken tasarladığı muhteşem katedral Sagrada Família (Basílica i Temple Expiatori de la Sagrada Família) geçen yıl bugün hizmete girdi. Papa XVI. Benedictus, İspanya gezisinin ikinci gününde Barcelona'yı ziyaret etti. Ziyaretinin amacı katedralin kutsanma töreniyle ibadete resmen açılmasıydı. Papa tarafından yönetilen kutsama törenine İspanya Kralı I. Juan Carlos ve eşi Kraliçe Sofia yanında, içerde ve dışarda 60,000'e yakın insan katıldı.

Sagrada Familia, Gaudí'nin en büyük eseri. Yapımına başladıktan sonra 1926'da trajik bir kaza sonucu ölünceye dek projesinin gerçekleşebilmesi için çalışmış, ancak ölümüyle ve kısa bir süre sonra patlayan ve İspanya'yı kasıp kavuran 1936-1939 İspanyol İç Savaşı, yapının tamamlanmasını geciktirmiştir. Savaş sırasında Gaudí'nin atölyesi ve maketleri de yok olduğu için, çeşitli teknikler kullanılarak gerçekleştirilen rekonstrüksyonlarla kaldığı yerden inşaata devam edilmektedir. Franco devrinde de inşaat devam etmiştir. Birkaç bitiş tarihi öngörülmekle birlikte, Gaudí'nin ölümünün 100. yılı olması nedeniyle 2026'da bitirilmesi hedefleniyor. Mimari üslubun 'Modernist' olarak adlandırılsa da, Gotik, Barok ve Art Nouveau tarzlarının da kilisenin tasarımında etkilenilen üsluplar arasında saymak mümkün.

Bir katedral olarak, yani bir piskoposun yönettiği bir kilise olmak amacıyla tasarlanmamış olmasına rağmen, Sagrada Família herhangi bir katedral kadar büyük ve muhteşem bir yapı olmuştur. Tamamlanmamış olmasına rağmen bir inşaat olarak bile çok güzeldir ve turistlerin ilgisini çekmektedir. Bittiğinde aşağıdaki gibi olacak.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Ani Harabeleri

Türkiye'nin kuzeydoğu ucunda bulunan Kars'a gittiğiniz zaman, mutlaka gezilip görülmesi gereken şeylerin başında gelir Ani harabeleri... Bir zamanlar muhteşem ve büyük bir kent olduğunu, hâlâ ayakta duran birtakım yapıların büyüklüğüne bakarak görmek ve anlamak mümkündür.

Ani, Kars ilinin aynı adı taşıyan ilçesi sınırları içinde yer alır. Bu yazıldığı sırada hâlen kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınırında yer alır. Fiilen sınırdadır; derin bir vadi ve arasından geçen Arpaçay Nehri iki ülkeyi birbirinden ayırır. O kadar ayırır ki, arada zamanında inşa edilmiş bir hayli eski bir köprünün (İpekyolu Köprüsü) bile yıkılmasına neden olmuştur bu bölünme.

Şehrin surlarının bir kısmı hâlâ ayaktadır; o kadar ki, mesela Google Earth'te kuşbakışı kalıntılara baktığınızda şehrin sınırlarını seçebilmeniz mümkündür. Şehrin birbirine en uzak iki noktasının arası yaklaşık 2 km'dir. Bagratuni Hanedanı'na başkentlik etmiş olan bu şehir, dönemi için bir hayli büyüktür. Çeşitli kaynaklar farklı sayılar verse de, en parlak devrinde 100,000 gibi bir nüfusu olduğu söylenir... Bence çok fazla ve iddialı ama... Olabilir belki.

Tarihi değeri yüksek pekçok yapıyı burda görmek mümkündür. Bunların en etkiliyeci ve göze çarpıcı olanı, bugün Selçuklu kümbetlerini andıran (ve belki de kümbet şeklinin de esin kaynağı) kubbesi yıkılmış bulunan Ani Katedrali'dir. Tipik bir geleneksel Gürcü-Ermeni kilise mimarisi örneğidir. Ayasofya'nın 989'da kubbesi hasar gördüğü zaman restorasyonunu da gerçekleştiren ünlü Ermeni mimar Trdat tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Bir yerde okuduğum bir tespit, kilisenin tasarımının, kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkacak Gotik Mimari'yle birtakım benzerlikler olduğu yönündeydi. Özellikle içerisinin fotoğraflarına bakınca da, Katedral'i ayakta tutan kolonların, Avrupa'daki büyük Gotik katedrallerde görünenlere benzediğini görmek mümkün. Ne kadar etkileşim olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Malum, burası Kars; Gotik mimarinin anavatanı Fransa. Bir hayli zor ve düşük bir ihtmail olmakla birlikte, pekâlâ mümkün. Diğer taraftan, bu muhteşem yapı yazık ki acınacak halde olup, acilen daha ciddi koruma önlemleri alınarak korunması gereken oradaki onlarca yapıdan biridir.

İrili ufaklı çoğu kümbet biçiminde birkaç kilisenin yanında, bir ateş tapınağı (eh, İran'ın bu kadar yakınındaysanız Zerdüştlük şehrin bir parçası olur, Ateş tapınakları da Zerdüştlerin mabetleridir, o nedenle görmek mümkün.), Selçuklular'ın inşa etmiş olduğu bir saray ve Anadolu'da inşa edilen ilk cami olan ve yine Selçuklular'dan kalan Manuçehr Camii de burada bulunmaktadır. Elbette ki bunun dışında pek çok kalıntı görmek de mümkün, bunlar en önemlileri.

Çok ciddi kazı çalışmalarının yapılmadığını ve mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Tek kelimeyle etkileyici bir yer. Burası, ciddi kaynak ayrılmaya değer.

İki şey daha söyleyip noktayı koyuyorum yazıma.

Birincisi, ne yazık ki sınırın Ermenistan tarafında, kalıntıların hemen karşısında işletilmekte olan bir taş ocağı var. Bu taş ocağında zaman zaman dinamit patlatılmakta ve bölgedeki kalıntılara zarar vermektedir. Çok acı bir durum gerçekten.

İkincisine gelince. Ani'ye gittiğinizde, gerek oradaki kaynaklar, gerekse şanslıysanız ve bir şekilde bir rehberle gezecek olursanız rehber, size buranın bir Gürcü kenti olduğunu söyleyeceklerdir... Ani'yle ilgili çok fazla kaynağa ulaşma şansım yok. Ancak hiç güvenilirliği olmayan Wikipedia, konuyla ilgili olarak kentin Bagratuni Hanedanı tarafından uzun zaman yönetildiği ve Kral Gagik zamanında da altın çağını yaşadığını, hatta Trdat'ın da bu dönemde Ani Katedrali'ni inşa ettiğini söylemekte. Diğer yandan İnglizcesinde Ani'nin bir Ermeni yerleşimi olduğu vurgulanırken ve Gürcü lafı hiç edilmezken, Türkçesi'nde Bagratuniler'in Gürcü kökenli olduğunu okumak mümkün.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bence buranın bir Gürcü kenti olduğunu söylemek bir hayli zor. Bir kere günümüz Ermenistan'ı tam karşısında. Gürcistan'a ise bir hayli uzakta. Etrafta, yani Ani'de Gürcü ya da Ermeni alfabesiyle yazılı bir şeye rastlamak mümkün değil. Kiliselerin mimarileri son derece tipik olup, her iki milletin kiliseleri de günümüzde bile bu üsluptan esinlenilerek inşa edilmektedir. Tiflis'teki Sameba Katedrali ile Erivan'daki Aziz Gregory Katedrali ilk bakışta bu anlamda da benzerlik taşımaktadır. Üstelik Ermeni olduğu vurgulanırken dışarda, Gürcüler'in buna çok ses çıkardıklarını duymak pek de mümkün değil. O nedenle burası büyük ihtimalle bir Ermeni kentiydi demek yanlış olmayacaktır. Ancak, son 150 yıl içinde bölgede yaşanan tüm olaylar - iç çatışmalar, savaşlar, işgaller, toprak istemeler, katliamlar, vs. - bu şekilde bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır gibi geliyor ki bana, bence doğru ya da yanlış, bunların olması çok normal ve doğal.

Uzun lafın kısası; fırsatınız olursa mutlaka bir gün Kars'a gidin, oraları bir görün. Ama özellikle de Ani Harabelerini ziyaret etmeden de oradan ayrılmayın. Pişman olmayacaksınız.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Yedi Harika III: Artemision

Yedi harika turunun üçüncü durağı Efes'teyiz. Tarihi İyonya'nın en önemli ticaret kentlerinden biri olan Efes, aslen hayli eski bir kent. Çok daha önce Abasa adında Hititler!in Ahhiyawa dedikleri batı Anadolu'da kurulmuş bir kenttir (yaklaşık M.Ö. 1500'ler). Ancak bir İyonya kenti olan ve bildiğimiz Efes olmaya başlaması, Ege Göçleri ve Tunç Çağı'nın Çöküşü olarak bilinen karanlık çağda olmuş. O nedenle mitolojik pek çok kuruluş öyküsü bulunmakta: Herodot, şehrin Amazon Kraliçesi Efos tarafından kurulduğunu söyler. Bir başka efsaneye göre, Atinalı bir prens olan Androklos tarafından kurulduğu söylenir. Bu prens, aynı zamanda 12 şehir devletinden oluşan İyon Birliği'ni de kuran kişi olacaktır. Her nasıl kurulduysa, Efes M.Ö. 660'ta Kimmerler Anadolu'yu tarumar ederken ve Frigler'i yok ederken Efes'i ve tabii o sırada orada bulunan Artemis'e adanmış mabeti de atlamamışlardı. Ancak bu mabet, dünya harikası olan ve Artemision adıyla da anılan tapınak değildi.

Efesli Artemis, Yunanistan'daki Artemis ve Roma'daki Diana'dan biraz daha farklıydı. Eski Yunan ve Eski Roma'da Artemis bir Ay ve Avlanma Tanrıçası iken, Efes'te aynı zamanda Bereket Tanrıçası'ydı da, o da Anadolu kökenli olan Kibele ile bir şekilde bağlantı kurulmasından kaynaklanıyordu. Yunanistan ve Roma'daki figüründen de farklı olarak, bereketi de simgeleyecek şekilde Tapınak'taki heykelinde pek çok göğsü olan bir kadın formundaydı.

Lidya kralı Krezüs, Giritli mimar Chersiphron'a M.Ö. 550'de Artemis için muhteşem bir tapınak tasarlama emrini vermişti. Tasarlanan yapının tamamlanması aşağı yukarı 120 yıl sürdü. Bir tapınak olmanın yanında Artemision aynı zamanda ticari bir merkezdi. Onlarca mermer sütunu, değerli madenlerle kaplı süslemeleri, taş işçiliği ve ihtişamıyla göz kamaştıran bir yapı olduğuna şüphe yok.

Ancak bu ilk Artemision, M.Ö. 21 Temmuz 356'da Herostratus adındaki genç bir adam tarafından - tarihe geçme amacıyla - ateşe verilerek yok edildi. Efes'i yöneten Konsey, bu 'deli'nin idamına karar verdiği gibi, her türlü kayıttan isminin çıkartılmasına ve isminin bir daha kimsece anılmamasına ya da kimseye verilmemesine karar verdi. Aksini yapanların cezası ölüm olacaktı (Roma'da çok sık rastlanan bu cezaya damnatio memoriae, yani hatıranın lanetlenmesi denir). Büyük İskender'in doğduğu gece tapınağın yanması, sonradan İskender'in kendisini tanrılaştırması yönündeki çabaları çerçevesinde, Tanrıça'nın İskender'in doğumunu izlediği için tapınağıyla ilgilenemediği efsanesini yarattı.

Nihayetinde inşasına başlanan ikinci Artemision, İskender'in ölümünden sonra tamamlandı. Bu tapınağın inşasına yardım teklifinde bulunan İskender, bu yardımı tapınakta kendisine de adanmasını, isminin yazılmasını isteyince, Efesliler İskender'i kızdırmadan reddetmenin yolunu, ona "Bir tanrının bir başka tanrının tapınağının inşasına karışamayacağını" söylemekte buldular. Bu yeni yapı da Gotların saldırılarıyla harabeye çevrildi ve ardından restore edildi. Roma İmparatoru Theodosius tarafından 391'de tüm pagan tapınaklarla birlikte, Artemision da kapatıldı. Devrin İstanbul Patriği Aziz Johannes Chrysostomos tarafından dolduruşa getirilen bir grup tarafından 401'de yerlebir edildi. Günümüzde tapınaktan geriye birtakım parçalar kalmış bulunmakta... Bununla beraber, son yıllarda Artemision'u yeniden inşa etmek için birtakım girişimler de yok değil...

7 Kasım 2011 Pazartesi

Tarih Siteleri III: AncientAthens3D

Ancient Athens 3D, adından da anlaşılabileceği gibi Yunanistan'ın başkenti Atina'daki birtakım anıtların üç boyutlu rekonstrüksyonlarının bulunduğu bir çalışma. Dimitris Tsalkanis tarafından hazırlanan site, İngilizce ve Yunanca yayınlanmakta. Özellikle Atina Akropolü'nün ve çevresindeki yapıların üzerinde yoğunlaşan sitede, daha önce bahsetmiş olduğum Byzantium1200 ve Persepolis3D'nin aksine, tek bir dönemden ziyade, yapıların pek çok farklı dönemdeki hallerini göstermesi bakımından farklı ve özel olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Akropol'ün Tunç Çağı'nın çökmesinden önceki Miken Uygarlığı'nın bir parçası olan hali ile, Perslerin şehri M.Ö. 480'den önce yağmalamasından önceki ve Pericles'in projelerinden sonraki durumu, hatta bir Venedik şehri olarak Atina ve Akropolü'nü görmek mümkün.

Atina dışında, sitede ayrıca Atina'ya yaklaşık 70 km uzaklıkta bulunan ve Poseidon'a adanmış büyük bir tapınağın kalıntılarının bulunduğu Sounion'daki birtakım yapıların da rekonstrüksyonu yapılıp konmuş. Yapıların çizimlerinin yanında, Atina ve Sounion'un ve yapıların tarihi hakkında bilgi almak da mümkün.

Üç senelik olan Ancient Athens 3D, konusu itibarıyla son derece ilginç bir site. Genelde internette yapacağınız araştırmaların çoğunda Atina Akropolü'nün Hellenistik devirdeki hâliyle karşılaşırsınız. Ama burada, anıtların gelişim ve değişimini de görülebilmesi, burayı özel kılıyor. Miken devri Atinası'ndan (M.Ö. 1600), şehrin 1458'de Türklerin eline geçene kadarki sürecini konu alan sitenin umarım bir gün Osmanlı yönetimindeki hâlinin de çizilip konduğunu görürüz. Parthenon'un kilise hali kadar cami halinin de ilginç olduğunu düşünüyorum doğruyu söylemek gerekirse.

20 Ekim 2011 Perşembe

Yazı ve Türkler...

Dünya üzerinde ilk yazıyı Sümerler’in kullandığı kabul edilir. Veriler de bunu aşağı yukarı 5200 yıl önce yaptıklarını gösteriyor. Onlardan çok uzun olmayan bir süre sonra Mısırlılar kendi hiyerogliflerini geliştirmeyi başardılar. Bundan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, kendi gelişimlerini yaşayacak olan birtakım yazı sistemleri gelişmeye başladı. Çin’de ayrı, Ortadoğu’da, Amerika’da ayrı... Önce resim yazısı şeklinde başlayan bu yazılar, daha sonra pratik hayatta da kullanma ihtiyacı doğdukça ve arttıkça biçim değiştirmeye başladılar. Bu ille de öbür yazının ortadan kalkması anlamına da gelmemekteydi. Çin’de olduğu gibi yazı resimden karakterlere dönüşürken, Mısır’da hiyeroglifin yanında hiyeratik denen bir başka yazı da türedi. Yine de heceleri ifade eden karakterlerdi bunlar – dediğim gibi, sadece pratik hayatın gereği ortaya çıkmışlardı... Ancak daha sonra Fenikeliler, devrimsel bir icatla karşımıza çıktılar: Alfabe. Alfabe ifadeyi o kadar kolaylaştırdı ki, yazının neredeyse ele düşmesine bile neden oldu. Çok kabaca bu yazı şekil değiştirerek önce Yunanistan’a geldi, şehir devletlerince kullanılır oldu; daha sonra ise Roma’ya geçti... bu vesileyle de Avrupa’ya... Yoğun olarak Slavlar tarafından kullanılan Kril yazısı ise Yunan alfabesinden türetilen bir yazı olup, 9. yy’da Aziz Cyrillius ve Aziz Methodius tarafından Selanik’te – tabiri caizse – tasarlanmıştı; yani aynı tarihsel gelişimin bir parçasıydı...

Her icat, bir ihtiyaçtan doğar. Takvim mevsimleri belirlemek için lazımdı, çünkü tarım toplumları için mevsimlerin ne zaman geleceği ve ne kadar süreceğini bilmek çok önemliydi... zaten o yüzden takvim Mısır’da karmaşıklaşan ticari ilişkilerin düzene sokulabilmesi için para Lidya’da; metalden yapılmış o paraların İpek Yolu gibi son derece uzun ve sıkıntılı bir yolculukta taşınması zor olduğu için, taşıması daha kolay olan banknotlar Çin’de icat edildi mesela.

Yazının icadı için de, aynı takvim, para ve banknotun icadında olduğu gibi, birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bir kere, yazıyı kullanacak olan toplumun kayıt tutma gibi bir ihtiyacı olmalıdır. Genelde dünyadaki örnekleri de nehir boylarında yerleşik düzene geçmiş, tarımla uğraşan ve mutlaka ürettiği ürünü tahıl ambarlarında saklayan toplumlar olmuşlar. Örneğin Çatalhöyük’te yazıya rastlayamıyoruz. Yazının bulunmasından yaklaşık 2500 yıl önce terkedilmiş (yani M.Ö. 5700’de) ve yaklaşık 2000 yıl kadar yerleşilmiş olmasına ve tahminen 5000-8000 insan yaşamasına rağmen, Neolitik Çağ’ın en önemli merkezlerinden biri olan Çatalhöyük’te hiçbir yazı sisteminin geliştirilmemiş olması bir hayli ilginçtir. Yazı için tek başına yerleşim ve tarımın yeterli olmadığını gösterir bu. Kayıt tutma sebebi de lazım demek ki... Ürün fazlası yoksa, kayıt tutmaya da gerek yoktur.

Şimdi, buraya kadar elde ettiğimiz verileri bir toparlayalım:

Her icat bir ihtiyaçtan doğar. Yazı, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Resim yazısı/hiyeroglif – ki çivi yazısı da aslında bir resim yazısıydı – şeklinde ilk önce ortaya çıkan ilk yazılar, ticari hayatın ihtiyaçlarını karşılamak gibi pratik nedenlerle harf tabanlı yazı sistemi olan alfabeye çeşitli yerlerde evrilmiştir. Yani alfabe, resim yazısının bir sonraki aşamasıdır.

O zaman bu yazıyı yazmamdaki asıl amaca gelerek soruyorum: Nasıl oluyor da, Göktürkler gibi göçebe/göçmen bir uygarlık/kültürden son derece karmaşık olan ve Orhun kitabelerinde gördüğümüz Göktürk Alfabesi 8. yy’da birden bire ortaya çıkabiliyor?

Tarihte hep görüp bildiğimiz şeyler: Ötüken merkezli Hunlar, Göktürkler, vs boylardan oluşan, devamlı yer değiştiren, göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan bir toplum. Kesinlikle yerleşik veya tarım toplumu değil. Kayıtları tutacak olan bir ruhban sınıfı olsaydı bile, Sümer ve Mısır’ın aksine, kaydedecek verinin depolanacağı sabit tapınaklar yok. Çünkü yerleşik değiller. Bahsedilen yazı 30’dan fazla harften oluşan bir yazı – yani resim yazısını da geçmiş durumda. Birtakım tezler öne sürülmüyor değil tabii. Çinlilerle iletişim için icat edildi Çin yazısından diyenler var. Bir başka iddia Orta Asya’da bir dönem yaşamış olan Soğdlar’dan Fenike üzerinden alındığı yönünde. Ancak bu kadar basitçe açıklanacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Diyelim ki ithal edilmiş olsun bu yazılar, 8. yy’daki Uygur Devleti’ne kadar yerleşik düzene geçmemiş bir toplumdan bahsediyoruz; yani ihtiyaçları yok...

Bu soruya bir cevap vermek ya da bulabilmek için yazmadım bu yazıyı. Sadece dikkat çekmeye çalıştığım şey, pekâlâ aslında bir dönem yerleşik olmuş olabilir Türkler tahmin edilenden çok daha önce...

İskandinav toplumlarında kullanılmış olan Runik yazıyla muhtemel ilişkisine girmiyorum bile, ama Orhun yazısıyla karşılaştırılabilmesi için koyuyorum alta bir örneğini.

14 Ekim 2011 Cuma

Yedi Harika II: Asma Bahçeler

Yedi Harika gezisinde ikinci durağımızdayız: Babil

Babil, Ortadoğu'nun, Mezopotamya'nın en ihtişamlı kentlerinden biriydi; en ihtişamlısı dememek için öyle söylüyorum. Küçücük bir köy olarak kurulan Babil, bulunduğu konumun da etkisiyle, son Sümerli hanedan olan ve Sümer Rönesansı da denen kısa bir altın çağ yaşatan Ur-III'ün iktidardan düşmesinin ardından (M.Ö. 2300) Babil İmparatorluğu'nun kutsal şehri ve başkenti olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl boyunca da, yani Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu yerlebir etmesine kadar çeşitli devletlerin yönetiminde büyük ve önemli bir merkez olabilmeyi başarmıştır.

İşte bu kadar ihtişamlı bir kent olan Babil, iki yapısıyla çok ünlüydü (Günümüzde Berlin'deki Pergamon Müzesi'ndeki İştar Kapısı'nı saymıyorum, zira şehir surlarının bir parçasıydı). Bunlardan biri, Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da Babil Kulesi adıyla bir şekilde değinilen Etemenanki adlı ziggurattır, yani basamaklı piramit şeklindeki Mezopotamya'ya özgü tapınak. 7 katlı ve 91 metre yüksekliğinde olduğu tahmin ediliyor. Adı, "Yerlerin ve Göklerin Temeli Tapınağı" anlamına gelir. 91 metre, o dönem için (M.Ö. 6. yy) gerçekten çok büyük bir yüksekliktir.

Diğer yapıysa, Babili'in Asma Bahçeleri olarak bilinen yapı... Rivayete göre Babil Kralı II. Nebukadnezar, ülkesinin özlemiyle yanıp tutuşan Med ülkesi (bugünkü İran) prensesi ve ilk Med Kralı olan Cyaxares'in kızı olan karısı Amytis için, ona doğup büyüdüğü toprakları anımsatacak bir hediye olarak inşa ettirmişti. Gerçekten var olup olmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak var olduğu söylenen dönemde yaşamış, Babilli ve Yunan tarihçiler bulunmaktadır. Bu tarihçiler, bahçelerle ilgili detaylı bilgi vermektedir. Üstüste teraslardan oluşan, dağ havasını veren koca koca bahçeler... Hem bir mimari, hem estetik, hem de mühendislik harikası olarak nitelendirilmekteler. Arşimed'in pompasına benzer bir sistem kullanarak suyun yukarı katlara taşındığı tahmin edilmektedir.

Tabii bu bahçelerin gerçekliliğiyle ilgili bir sorun bulunmakta. Bahçelerle ilgili ulaşılan en eski kayıtlar, Babil'li bir rahip olan Berossus'a aittir; Berossus, Bahçeler yapıldıktan yaklaşık iki yüz yıl sonra yaşamıştır; öncesinde bahçelere dair bir kanıt yoktur. Berossus'tan yola çıkarak devrin Yunan tarihçileri geliştirip güzelleştirerek bu konuda kendi eserlerini vermişlerdir.

Bir başka teoriyse, M.Ö. 705'te tahta çıkan ve M.Ö. 681'e kadar tahtta kalan Asur Kralı Sennacharib'in Ninova'da yaptırdığı ve sarayının karşısında bulunan bahçelerle karıştırlmış olduğu ihtimalidir. Geçen zamanla iki yer karıştırılmış ve bahçelerin yeri efsaneleşerek Babil'e de kaymış olabilir. İşin aslı herhangisi olursa olsun, İlk Çağ'ın en eski ikinci harikası olan bu bahçelerden günümüze geriye bir şey kalmamıştır ne yazık ki...

Bir sonraki durağımız Efes olacak.

7 Ekim 2011 Cuma

Tarih Siteleri II: Persepolis3D

Persepolis3D, Büyük İskender'in darmadağın ettiği Pers İmparatorluğu'nun, yine İskender tarafından yok edilen ihtişamlı başkenti Persepolis'teki (Eski Farsça Pārsa, ayrıca Taht-ı Cemşit) sarayın üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Site, tüm sarayı sanal ortamda yeni baştan inşa etmeyi ve bu alanda bir çalışmayı tarihçilerin hizmetine sunmayı amaçlamaktadır.

Sarayın en büyük yapısı olan Apadana, yani 'kabul salonu' başta olmak üzere Krallar Kapısı, Ordu Salonu, Ziyafet Salonu, Taht Salonu gibi yapılarını çeşitli açılardan gösteren ve dijital ortamda hazırlanmış üç boyutlu çizimler ve bu yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Pers kralı I. Darius'un yaptırmaya başladığı sarayın bugünkü kalıntıları, sarayın ve dolayısıyla imparatorluğun ihtişamını bir hayli yansıtmakta. Ama bu çalışma, hem ilgilenenlere fikir vermekte, hem de tarihçilere çalışmaları için çok özel bir kaynak sunmaktadır. Ekip ayrıca Persepolis'le ilgili çeşitli belgesel filmler de hazırlamış ve satışa sunmuş bulunuyor.

Perslerin Persepolis kadar önemli arkeolojik merkezlerinden biri de Pasargad'dır. Büyük Pers Kralı Kiros'un (Cyrus) mezarı burada bulunmaktadır. Sitede Pasargad'la ilgili rekonstrüksyon çalışmalarına rastlamak da mümkün.

Çalışmalarından gelir elde edebilmek amacıyla, proje sahipleri (ki üç kişiler; mimar Kourosh Afhami, mimar Wolfgang Gambke ve PR Manager Sheda Vasseghi) internet üzerinden sanırım sitede doğrudan gösterilmeyen çeşitli rekonstrüksyonları çeşitli boyut ve sayılarda satmaktalar.

Alanında tek değil ama konusu nedeniyle çok özel bir site olan Persepolis3D İngilizce, Almanca, Farsça ve Japonca yayınlanmaktadır. Mutlaka girilip incelenmesi gereken bir site.

30 Eylül 2011 Cuma

Nefertem

Memfis Triadı’nın son üyesi olan Nefertem, dünyanın oluşumu öncesindeki sonsuz sularda ortaya çıkan, yükselen mavi mısır nilüferiydi. Bir tanrı olarak Ptah’la Sekhmet’in oğluydu.

Nefertem ve simgelediği mavi niüfer, Eski Mısır için önemli bir çiçekti: Edebiyatlarında, dinlerinde, sanatlarında, hatta mimarilerinde bu çiçek çok kullanılmaktaydı. Güneş’in ilk ışığı ve mavi nilüferin güzel kokusunu temsil etmekteydi.

Kafasında Mısır’a özgü bir çiçek olan mavi nilüfer olan güzel bir erkek olarak tasvir edilmekteydi. Bir şifa ve güzellik tanrısıydı. Bu nedenle Mısırlılar iyi şans getirmesi ve cazibelerini arttırması için muska olarak Nefertem’in heykelciklerini yanlarında bulundururlardı.

29 Eylül 2011 Perşembe

Mahmudiye

Osmanlılar, aynen Romalılar gibi, aslında bir denizci devlet olmaktan çok, ayaklarını kuru tutmayı seven bir İmparatorluğun çocuklarıydılar. Ancak kuruldukları bölgenin şartları onları denizci olmaya itmiş. Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu'nun antik dönemden günümüze kadar tarihini çok ciddi bir biçimde etkilemiş bir iç deniz olmasına şüphe yok. Hâl böyle olunca da, iyi bir donanmaya ihtiyacınız var demektir. İşte Mahmudiye de, bu büyük donanmanın 19. Yüzyıl'daki en büyük gemisiydi.

Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.

27 Eylül 2011 Salı

Sekhmet

Memfis Triadı’nın üyesi arslan başlı Tanrıça Sekhmet, başlangıçta Yukarı Mısır’ın Şifa ve Savaş Tanrıçası’ydı. Azılı bir avcıydı; nefesi çölleri yaratmıştı ve Firavun’un koruyucusuydu. Sekhmet kültü o kadar güçlüydü ki, 12. Hanedan’ın ilk firavunu I. Amenemhat başkentini Itjtawy’ye M.Ö. 1970 civarında taşıdığında, Sekhmet’in kült merkezi de taşındı.

Sekhmet aynı zamanda bir Güneş Tanrıçası’ydı; Ra’nın kızı olarak kabul edilmekteydi. Hathor ve Bast’la ilişkilendirilmekteydi. Kraliyetle ilişkisi nedeniyle Eski Mısır’ın kraliyet sembollerinden Uraeus’la birlikte tasvir edilmekteydi. Ma’at’ın hakemi olarak Osiris’in Ebedi Mahkeme Salonu’nda yer almaktaydı.

Sekhmet’i sakinleştirmek için savaş sonunda fesitval düzenlendirdi. Bu sayede savaşın getirdiği yıkım sona erdilirdi. Bunun dışında her yılın başında Sekhmet adına bir Sarhoşluk Festivali düzenlenmekteydi. Onbinlerce kişinin katıldığı bu festivalde Sekhmet’in insanlığı neredeyse yok ettiği sırada içerek sarhoş olmasını ve sakinleşmesini, litrelerce bira içip sarhoş olarak taklit etmekteydiler.

Konuyla ilgili mite gelince. Ra’nın Hathor’dan kızı olan Sekhmet, Ra’ya karşı Yukarı Mısır’da başlatılan bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak ayaklanma bastırılmasına rağmen Sekhmet’in kana susamışlığı dinmemişti. Bu nedenle tüm ölümlülere saldırmaya devam etti. Tüm insanlığı neredeyse yok edecekken, Ra Sekhmet’i Nil nehrini bira ve nar suyuyla karıştırarak kırmızıya çevirdi. Sekhmet bunu kan sandı, ondan sarhoş oluncaya kadar içti. Sarhoş olmasıyla birlikte sakinleşti ve katliamlarına son verdi.

Kült merkezlerinden biri de, Delta’da bulunan (Taremu) Leontopolis’ti. Bu kent, aynı zamanda M.Ö. 154 civarında Yahudilerin başrahibi IV. Onias tarafında Firavun VI. Ptolemy’nin izniyle kurulan ve Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan esinlenerek daha küçük ölçekte yapılan Oneion’a da ev sahipliği yapmıştır. Tapınak, M.S. 66’da başlayan ve İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sonuçlanan Roma-Yahudi Savaşları’nın başlamasıyla kapatıldı.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Ptah

Memfis Triadı’nın üyesi olan Ptah, aslında dünyanın oluşumu öncesindeki ebedi okyanusun ortasında bulunan ve dünyayı oluşturacak olan Ta-tenen’in kişileştirilmesiydi. Ta-tenen, Yükselmiş Topraklar demekti. Batmış Topraklar anlamında Tanen de denmekteydi. Ancak Ta-tenen, daha sonra Ptah’ın içinde asimile oldu ve yerini ona bıraktı.

Ptah dünyanın yaratılması çağrısında bulunandı. Kalbinde yaratılışını hayal etti ve onu konuştu. İsmi aynı zamanda ‘açan kimse’ anlamına gelmekteydi; bu anlam, Eski Mısır dininin kutsal metinleri olan Piramit Metinleri’nde geçen Ağzın Açılması Töreni’ne gönderme yapmaktaydı. Ağzın Açılması Töreni, bir mumya ya da heykelin nefes alıp konuşabilmesi için büyülü bir biçimde ağzının açılmasıydı ve Eski Krallık’tan Roma devrine kadar bu tören yapılmaktaydı. Bu törenin yaratıcısı da Ptah’tı.

Atum’un dünyanın yaratılışı öncesindeki tepenin üzerinde oturarak yaratılışı yönetmesi için Ptah tarafından yaratıldığına da inanılmaktaydı.

Ptah yaratılıştaki rolü nedeniyle, zanaatkârların koruyucusu olarak görülmekteydi. Bu rol özellikle taşla ilgili zanaatlar arasından daha yaygındı. Bunun mezar yapımıyla bağlantılı olması nedeniyle, zanaatkârlar Ptah’ın kendi kaderlerini belirlediğine inanmaktalardı. Bu özelliği de ona bir yeniden doğuş tanrısı haline getirmişti. Tanrı Seker’in de zanaatkârlarla ve güneşin yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmesi nedeniyle, Seker’in Ptah’la birleştirilerek, zaman zaman Ptah-Seker olarak tasvir edilmesine yol açtı. Bu özellik de Orta Krallık’a gelindiğinde yeraltı dünyasıyla bağ kurulmasına ve Ptah-Seker’in Osiris’le de birleştirilerek Ptah-Seker-Osiris’in oluşmasına neden oldu.

Mumyalanmış, yeşil renkli ve tüm saç kısmını örtecek bir başlık takarak tasvir edilen Ptah, Mısır’ın Latince başta olmak üzere, pek çok batı dilindeki isminin de kaynağını oluşturur. Mısır’ın başkenti Memfis’in isimlerinden biri olan Hikuptah ‘Ptah’ın Ruhunun Evi’ demekti. Latince’ye Aegyptus, İngilizce’ye Egypt, Fransızca’ya Egypte, Almanca’ya da Ägypten diye geçti.

23 Eylül 2011 Cuma

Abdülkadir el Cezayiri

Canım sıkıldığı bir sırada, Cezayirli şarkıcı Khaled'in Rachid Taha ve Faudel ile söylediği Abdel Kader adlı şarkıyı açtım. Youtube'te pek çok kaydını bulmak mümkün.

Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.

Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.

Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.

Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.

Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.

Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!

21 Eylül 2011 Çarşamba

Amonet ve Amon

Amonet ve Amon, Hermopolis Ogdoadı'nın üyesi iki tanrıydılar; her Ogdoad çiftinde olduğu gibi, ikisi aslında bir konseptin erkek ve dişi yönüydüler; Amonet dişi, Amon erkekti. Dişinin simgesi hayvan yılanken, erkeğinki kurbağaydı. Tipik bir Ogdoad çifti olmaları nedeniyle Amonet ve Amon aslında asla birbirlerinden bağımsız olmayan tanrılar olmaları gerekirdi. Ancak özellikle 12. Hanedan’dan itibaren Tanrıça Mut, Amon’un eşi olarak Amonet’in yerini almaya başladı. Teb kentinin bir yerel tanrıçası olan Amonet, bölgesel önemini korudu ve Firavun’un bu bölgedeki koruyucusu olmaya devam etti.

Ne var ki, Amon’un eşinin Mut’la değiştirilmesiyle başlayan süreç, Amon’un Güneş Tanrısı Ra’yla birleştirilerek Amon-Ra adıyla tapılmasına ve Amon’u bir anda Mısır panteonunun tepesine oturtmasına neden oldu. O kadar ki, Mısır tarihinin en büyük ve dünya tarihinin en büyük tapınaklarından birinin kendi adına, aşağı yukarı bin yıllık bir süreç içinde inşa edildi.

Teb Triadı’nın bir üyesi olan Amon’un bu dönemini ayrıca Amon başlığında ele alacağım için bu noktada duruyorum. Ancak Amonet’le ilgili bir iki şeyi de eklemeden yazımı bitirmek de istemiyorum. Şöyle ki, Amonet – ki adının anlamı, aynı Amon gibi ‘Gizli olan’ demektir – katiplerin ve tarihçilerin koruyucusuydu. Firavunun devamlı danıştığı bu kişilerin kayıtları doğru tutmaları için onları korurdu, onlara yardımcı olurdu, kayıtlarını kontrol ederdi. Kadın formunda da tasvir edildiği olan Amonet, başında Yukarı Mısır’ın kırmızı tacıyla, bir tahtta otururken elinde papirüsten yapılmış bir asa ile betimlenirdi.

18 Eylül 2011 Pazar

Hauhet ve Huh

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Hauhet (dişi) ve Huh (erkek), sonsuzluğu temsil etmektelerdi. Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, tanrıça bir yılan başlı kadın, tanrıysa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilmekteydi.

Bir diğer ve yaygın tasvir biçimiyse, dizleri üstüne çökmüş ve bazen bir, bazen iki elinde ve ayrıca bir tane de başına iliştirilmiş birer palmiye gövdesi sapı olan bir adam biçiminde de betimlenirdi. Palmiye gövdelerinin altında şen halkası denen ve sonsuzluğu ifade eden birer halka da bulunurdu. Bu tasvirin çok yaygın olmasının sebebi, bu betimlemenin milyon anlamına gelen hiyeroglifin şekli olmasıydı. Milyon sayısı, Eski Mısır matematiğinde sonsuzluğu ifade etmekteydi. Bu nedenle Huh, Milyonlarca Yılın Tanrısı olarak da adlandırılmaktaydı.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kauket ve Kuk

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Kauket (dişi) ve Kuk (erkek), ebedi karanlığı temsil etmektelerdi. Aynı diğer Ogdoad çfitleri gibi, erkek kurbağa, dişiyse yılan başına sahipti.

Karanlığın dışında Kuk ve Kauket belirsizliğin, bilinmezliğin de tanrılarıydı. Bu bilinmezlik özelliği, daha çok Kauket’e addedilen bir özellikti. Ancak bu sebeple kaosla da özdeşleştirilmekteydi.

Kuk, aynı zamanda Eski Mısırlılarca Güneş doğmadan önce var olan karanlık içinde ortaya çıktığına inanılırdı. Bu nedenle Kuk, ‘ışığı getiren’ olarak da bilinirdi.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Yedi Harika I: Gize Piramitleri

Evet, daha önce de demiştim. Hepsine tek tek bakacağım diye. İşte Yedi harikanın ilki ve içlerinde en eskisi, hâlâ dimdik ayakta durabilen yegânesi, Gize'deki Büyük Piramit.
Muhteşem öyle değil mi? Eğer yeterince etkilemediyse yapısal özelliklerine bir göz atalım:

Bu piramit, tamamlandığı sırada (M.Ö. 2560) dünyanın en yüksek yapısıydı ve boyu 146,5 metreydi. Üstelik bu özelliğini, yaklaşık 3,800 yıl boyunca korumayı da başardı; ta ki İngiltere'de Lincoln Katedrali inşa edilinceye kadar. Günümüzde üstteki taşların zaman içinde yok olmasıyla boyu 137 metreye düşmüştür. Taban çevresi 230 metre, kapladığı alan yaklaşık 5 hektardır; her biri 2 ile 7 ton arası değişen 2,300,000 kireç taşı bloktan inşa edilmiştir. Bu taşların bir kısmı, 800 kilometre uzaklıktaki bugünkü Asvan kenti yakınlarındaki taş ocaklarından Nil boyunca botlarla taşınarak getirilmiştir. Yaklaşık 100,000 işçinin - dikkat edin, köle değil, işçi - 20 yıl boyunca çalışmasının sonucu tamamlanabilmiştir. 1970ler'de yapılan bir araştırmaya göre, ancak 450 kişinin o günün şartlarında çalışmasıyla 6 yılda ve 1,130,000,000 $ harcayarak tamamlamasının mümkün olabileceğini ortaya koymuş. Bir hayli yüksek bir miktar. Ve bence en önemlisi, hepsi bir adamın, Dördüncü Hanedan firavunlarından Khufu (Keops) istediği için gerçekleşmiştir...

Firavunun mezar odası dışında, bir kraliçe lahit odası da bulunmakta, ve buraya inşa edilmiş tünellerle ulaşılmaktadır. Bunun dışında havalandırma için çeşitli kanallar da yapılmıştır. Dış yüzünü oluşturan ve çöl güneşi altında parlaması için yerleştirilmiş kaplama taşlarının önemli bir kısmı yok olmuştur. Bunların bir kısmı, hemen yanı başındaki Kahire'de inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır.

Yapının kendisi tek başına etkileyici olmakla birlikte, tek başına bulunmamaktadır. Gize platosunda Khufu'nun yaptırdığı piramit dışında, ikisi büyük, dokuz piramit daha bulunmaktadır. Büyük olanlar sırasıyla Khufu'nun oğlu Khafra (Kefren) ve Khafra'nın oğlu Menkaura (Mikerinos) için yapılmıştır. Diğer küçük yedi piramitten biri Khafra'nın, üçü Khufu'nun ve diğer üçü de Menkaura'nın piramitlerinin yanına inşa edilmişlerdir.

Bu üç büyük piramit de, aslen bir külliyenin en büyük parçasını oluşturmaktalardı. Mısır'da inşa edilen piramitlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, Gize piramitlerinin de önünde bir mezar tapınağı, Nil kıyısında bir vadi tapınağı ve ikisini birbirine bağlayan bir geçit bulunmaktaydı.

Firavunlara ve ailesine ait olan bu mezar külliyesinin çevresi, firavunun önemli bürokratları için inşa edilmiş olan mezarlarla çevrilidir. Mastaba denen ve yer altına inen mezar odasının üstünün tuğladan yapılmış dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapıyla kapatılmasından oluşan bu yapılardan Gize platosunda onlarca bulunmaktadır.

Bunların hepsinin yanında, yine burada çok ünlü bir yapı - bir heykel de bulunmaktadır: İnsan yüzlü, aslan vücutlu Sfenks. Yüzünün Khafra'nın yüzü olduğu bu heykel, külliye içindeki en ilgi çekici ve ilham verici yapılardan biridir. Efsanelere bile konu olmuştur. Bunlardan birinde o sırada bir prens olan Yeni Krallık dönemi Firavunu IV. Tutmosis, kum altında kalmış olan Sfenks'in gölgesinde bir gün uyuya kalır ve Sfenks rüyasına girip, ona kendisini kurtarması halinde ona tahtı vaadetmiştir. Tutmosis de, tahta geçtikten sonra Sfenks'in çevresini saran kumu temizletmiş ve heykeli restore ettirmiştir.

İlkçağın bu efsanevi yapısı Khufu'nun Piramidi'nin, özellikleri ve çevresine bakıldığında, Antipater'in listesinde olması hiç şaşırtıcı değil aslında, öyle değil mi? Bir dahaki yazı, Babil'in Asma Bahçeleri üzerine olacak.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Naunet ve Nu

Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad sistemin çift tanrılarından olan Naunet (dişi) ve Nu (erkek), dünya var olmadan önceki sonsuzluğu ifade ediyordu. Bu büyük ve derin sonsuzluk suyla doluydu; yani ebedi bir okyanustu adeta. Eski Mısırlılar hayatın bu durgun ve sulu sonsuzluk içindeki bir baloncuk içinde ortaya çıktığına inanmaktalardı. Dünyevi ya da uhrevi var olan her şeyin karşılığı onun içinde bulunmaktaydı.

Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, Nu da hem erkek, hem de dişi forma sahipti; dişi form bir yılan başlı kadın, erkek formsa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilirdi. Bunun dışında, üstteki resimde de görüldüğü gibi, suyu temsil eden mavi renkli ve dalgalı bir deriye sahip, sakallı bir adam şeklinde de betimlenmekteydi.

Orta Krallık’tan itibaren (M.Ö. 2055 – M.Ö. 1650) Nu “Tanrıların Babası” olarak adlandırılmaya başladı ve bu durum Mısır dinsel tarihinin sonuna kadar sürdü.

Yine Ogdoad tanrılarında olduğu gibi, Nu’nun belirli bir kült merkezi ya da tapınağı yoktu, ancak Abydos’ta olduğu gibi yeraltı akıntılarıyla ya da kutsal göletlerle temsil edilmekteydi.

9 Eylül 2011 Cuma

Horus'un Dört Oğlu

Eski Mısırlılar, mumyalama sırasında, ruhu içinde bulundurduğuna inandıkları için kalp dışındaki tüm iç organları çıkartmaktalardı. Beyni ise sümüğün sebebi olarak gördükleri için organ olarak değerlendirmemekte, onu birtakım işlermden geçirip sıvılaştırdıktan sonra levye gibi bir çubuğun yardımıyla burundan çıkartıp atmaktaydılar. Çıkardıkları geri kalan dört organsa – karaciğer, akciğerler, mide (ve ince bağırsak) ve kalın bağırsağı ölen kişinin mezar odasında ayrı ayrı dört kabın içine koyuyorlardı. İşte bu dört organın saklandığı her bir kap bir tanrı şeklinde yapılıyordu, çünkü her kabın bir tanrısı vardı. Bunlar, resimdeki sırayla soldan sağa İmseti (karaciğer), Duamutef (mide), Hapi (akciğerler) ve Kebehsenuef’ti (kalın bağırsak) ve hepsi Horus’un oğluydu.

Bir kere Eski Krallık döneminde sadece Horus’un oğulları olarak görülmemektelerdi. Onlar, aynı zamanda Horus’un ruhunun birer parçası idiler. Firavun, Horus’un hem tezahürü, hem de koruyucusu olduğu; Firavun’un Osiris olarak adlandırılan ölü bedeni de Horus’un parçaları olduğu için, organları onun aynı zamanda çocuğu, parçası sayılmaktaydı. Organları saklayan bu dört tanrı – Horus’un Dört Oğlu – erkek olduğu için, onları korumakla görevlendirilenler de Eski Mısırlıların – aynen Ogdoad sisteminde olduğu gibi – dengeli bir eşleştirme yapmaya çalışmaları nedeniyle tanrıçaydılar. İnsan şeklindeki İmseti İsis tarafından korunuyordu. Babun Hapi’yi korumak Neftis’in göreviydi. Çakal Tanrı Daumutef Neith’in, Kebehsenuef’se Serket’in koruması altındaydılar.
Orta Krallık’ta bir tabutun doğu tarafına İmseti ve Duamutef, batı tarafınaysa Hapi ve Kebehsenuef konmaktaydı. Tabutun doğu yüzünde bir çift göz çizilir ve mumya doğmakta olan güneşi görebilsin diye yüzü oraya çevrilirdi. Tüm bunların sonucu olarak Horus oğulları aynı zamanda yönlerle de özdeşleştirilmiş oldular: Hapi kuzey, İmseti güney, Duamutef doğu ve Kebehsenuef de batıyla özdeşleşti.

18. Hanedanın sonuna kadar bu kavanozların kapakları Firavunun başı şeklindeyken, bu durum ondan sonra değişti ve yerini hayvan motiflerine bıraktı.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Tarih Siteleri I: Byzantium1200

Tarihle teknoloji bir arada çalışırsa ne olur? Doğrusunu söylemek gerekirse, muhteşem sonuçlar ortaya çıkıyor zaman zaman. Bunlardan biri, en az on yıldır yürütüldüğünü bildiğim son derece büyük ve önemli bir proje olan Byzantium1200...

Byzantium1200, İstanbul'un Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu sıradaki halinin çok ayrıntılı bir üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Hazırlayana ekibin internet sayfası yıllar içinde saldırıya uğrayıp kapanmış olmasına rağmen, en son 2003'te şu anki adresinde faaliyet göstermektedir. An itibarıyla sitede 66 anıtın üç boyutlu çizimleri dışında, eksik parçaları olmakla birlikte şehrin de bir üç boyutlu modeli bulunmakta, bunun dışında özellikle Sultanahmet Meydanı'nda bir zamanlar bulunan Hipodrom'la ilgili çalışmalar özel bir sayfada sunulmaktadır. Çeşitli sergilerle bu çalışmalar tanıtılmış, hatta çalışmalarla ilgili bir kitap hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş bulunmaktadır. İngilizce olan siteye yukarıdaki linkten girilerek kitabı sipariş etmek mümkündür.

Anıtlar arasında Hipodrom dışında, İmparator I. Jüstinyen'den önceki hali ve 565'te çöken kubbeli hali de olmak üzere, Ayasofya'nın kilise olduğu dönemdeki biçimi, Aya İrini, İmparatorların sarayı Büyük Saray, bugün Fatih Camii'nin bulunduğu yerde bir zamanlar yükselen ve İmparator Konstantin ve Jüstinyen'inkiler de dahil pek çok imparator ve imparatoriçenin mezarının bulunduğu Havariyun Kilisesi, Çemberlitaş'ın ortasında durduğu Konstantin Forumu (bkz. resim), Beyazıt Meydanı'nın o dönemdeki hâli olan Theodosius Forumu, şehir surları gibi pek çok önemli yapı bulunmaktadır.

Çok kapsamlı olmanın yanında, İstanbul'un Bizans devrindeki yapılarıyla bu büyüklük ve nitelikteki ilk ve kesinlikle en başarılı çalışma olduğu açık. Kendilerini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.

6 Eylül 2011 Salı

Anubis

Eski Mısır’ın en ünlü kültürel özelliklerinden biri olan mumyalamayı icat ettiğine ve Mısırlılara öğrettiğine inanılan çakal başlı Mumyalama Tanrısı’dır. Orta Krallık’a kadar Ölüler Tanrısı’ydı, fakat bu rol Orta Krallık’tan itibaren Osiris’e atfedildi. Eski Mısırca’daki adı Anpu’ydu. Set’le Neftis’in oğlu, Nut’la Geb’in torunu’dur. Yani Horus’la kardeş çocuklarıdır. Anubis’in dişi formu olan Tanrıça Anput, Anubis’in karısıdır. İkisinin Kebeçet adında ve mumyalama sıvısının koruyuculuğunu üstlenmiş bir kızları vardır.

Anubis, çakal başlı bir insan olarak tasvir edildiği gibi, sadece çakal biçiminde de betimlenirdi. Çakal şeklinde olmasının sebebi, bu hayvanın Mısır’da mezarlara girip ölülerin vücutlarını bulup parçalama riski bulunmasından kaynaklanıyordu. Ancak siyah rengi çakalın rengi olması nedeniyle değil, Nil Vadisi’nin bereketli siyah toprağı ve çürüyen etin aldığı kara renkten kaynaklanmaktaydı.

Mumyalamayı yapan rahibin giydiği kıyafet, Anubis’i andıracak biçimdeydi. Rahip mumyalama işlemini gerçekleştirirken kafasına çakal başı biçiminde bir maske takmaktaydı.

Mumyalama Tanrısı rolü sebebiyle, Osiris mitinde de geçer. Osiris öldürüldükten ve parçaları Nile atılıp tekrar bir araya getirildikten sonra, Osiris’i mumyalayan ve böylece ilk kez mumyalamayı gerçekleştiren Anubis’tir.

Hellenistik dönemde Anubis, pek çok tanrıda olduğu gibi Hellen kültürünün tanrılarından biriyle birleştirilmiştir. Anubis’le Hermes birleştirilerek Hermanubis adında yeni bir tanrı ortaya çıkmıştır.
Eski Mısır’da Firavun’un güç sembolü iki asasından biri olan harman döveni, Anubis’in simgelerinden biridir (diğer asa da kanca şeklindeki asadır).

3 Eylül 2011 Cumartesi

Horus

Eski Mısırca’daki adı Haru olduğu tahmin edilen (tahmin edilen diyorum çünkü Mısırca’nın yazılı dilinde sesli harfler yoktur; Horus’un ismi hrw’dir mesela. Önceki yazılarımızı ve bundan sonrakileri de bu açıdan değerlendirmek gerekir.) ve Eski Mısırca’nın en son biçimi olan Kıpti dilinde adı Hor’a dönüşmüş olan şahin başlı tanrı Horus, Mısır panteonunun en önemlilerinden biridir: Eski Mısırlılar için Horus, Firavunun yaşarken aldığı biçimdir. Öldüğünde ise Horus olan Firavun Osiris’e dönüşecektir. Ancak Horus Heliopolis Enneadı’nın tanrılarının soyundan geliyor olmasına rağmen, Enneadın bir parçası değildir; zira Heliopolis Enneadı dördüncü nesil tanrılarla – yani İsis, Osiris, Set ve Neftis’le birlikte sona erer. Osiris’le İsis’in oğlu olan Horus, bir sonraki neslin bir üyesidir.

Ennead’a teknik olarak dahil olmamakla birlikte, Horus’la ilgili en önemli mitler Ennead tanrılarıyla ilişkilidir. Set, Osiris’i öldürdükten sonra Mısır tahtında hak iddia eder. Osiris’in karısı İsis, Horus’u öldürmesinden korktuğu için Nil Deltası’ndaki bataklıklara gelir, burada saklanır ve oğlunu doğurur. Horus belli bir yaşa kadar annesi İsis ve teyzesi (ve süt annesi) tarafından korunur ve yetiştirilir. Ancak ondan sonra Set’le Horus arasında uzun süren bir mücadele başlar (bazı kaynaklar 80 yıl diye bir süre bile vermiş). Mücadeleleriyle ilgili pek çok şey anlatılır. Bir keresinde Set, Horus’un gözünü çıkarır. Bu göz – ki Wedjat denir ve popüler olarak Horus’un Gözü olarak bilinir – Eski Mısır’da çok sık kullanılan bir muska haline gelmiştir. Wedjat, tanrıça Wadjet’le bir kişilik kazanır ve tanrı halini alır. Bu yüzden onu Wadjet’i yazdığımda anlatırım.

Buna rağmen Horus Set’le her çarpıştıklarında Set’i yener. Bununla ilgili iki örnekten ilkinde Horus, Set’i neredeyse öldürmek üzereyken annesi ve Set’in kız kardeşi İsis Horus’a engel olur.
Ama ikincisi hem Set’in Horus’a karşı mücadelesine son verdirmesi açısından önemlidir, hem de Eski Mısır dininin pek çok yerinde rastlandığı gibi cinsel bir içerikle – üstelik eşcinsel bir içerikle – donatılmış olması nedeniyle bir hayli ‘ilginç’tir... Chester-Beatty Papirüsü’nde anlatılan hikayeye göre, nihayetinden kimin Mısır’ın tahtına oturacağına karar verecek olan Tanrılara, her ikisi de diğeri üzerinde üstünlük kurduğunu göstermek zorundadır. Bu nedenle, daha öncesinde bir yumurtalığını Horus kopartmış olduğu için kaybetmiş olan Set, Horus’u – tabiri caizse – ayartarak kendisiyle ilişkiye girmeye zorlar. Ancak Horus buna engel olur, fakat Set’in semenini nehre atar. Horus ise Set’in en sevdiği yiyecek olan marul üzerine kendininkini koyar. Bir şekilde Set de bu marulu yer. Bu noktada Tanrıların huzuruna çıkarlar ve önce Set kendi semenine, sonra da Horus kendininkine seslenir. Set’e cevap nehirden, Horus’a cevap Set’in içinden gelir ve bunun sonucunda Set mücadelenin bu aşamasını da kaybeder. Bunun üzerine aralarında son bir tekne yarışı yapılır. Her iki tekne de görünüşte aynı olmakla ve taştan yapılmış gibi gözükmekle birlikte, Horus’unki aslında ahşaptır; Set’in teknesi batar, Horus yarışı bitirir ve Set tahtta iddia ettiği haktan vazgeçer, böylece Horus Firavun olur.
Set’le Horus arasındaki mücadele, bir yandan da Aşağı ve Yukarı Mısır arasındaki mücadeleyi anlatır; Horus aynı zamanda Aşağı Mısır’ın koruyucusuyken, Set de Yukarı Mısır’ın tanrısıdır. Ancak Set’le Horus her zaman bu mitte anlatıldığı gibi birbirleriyle mücadele ederken tasvir edilmez. İkisi Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir ip marifetiyle birleştirirken görülebileceği gibi, ikisi aynı anda Firavun’la birlikte betimlenebilir. Ancak şüphesiz Horus, Set’ten çok daha popüler bir tanrıdır.
Horus aynı zamanda pek çok formu olan bir tanrıdır. Ra-Harakhty ya da Hareoris – yaşlı Horus, Nut’la Geb’in oğlu olarak Hellenistik dönemde ortaya çıkmıştır. Harpokrates adıyla, yine Hellenistik devirde küçük bir çocuk olarak betimlenmiştir. Harpokrates Sessizlik Tanrısı’ydı.

Gökyüzü, Savaş ve Avcılık Tanrısı boyutları da olan Horus, Aşağı Mısır’ın koruyucu tanrısı olmakla birlikte, Yukarı Mısır’da bulunan (ismi Eski Mısırca “şahin” anlamına gelen) Nekhen’de en geç M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkmıştı. En büyük kült merkezlerinden biri yine Yukarı Mısır’da bulunan Edfu Tapınağı’ydı. En korunmuş biçimde günümüze ulaşabilmiş bu tapınak, Eski Mısır’ın Hellenistik devrinde – yani 3000 yıllık yazılı tarihinin son 300 yılında – inşa edilmiştir ve yaklaşık 2200 yıllıktır.