Eğer bir kral, bir sultansanız, genelde aşkı bulmanız çok zordur. Pek çok sebebin yanında, belli birileriyle zorla evlendirilirsiniz, çünkü çıkarlarınız genelde buna pek uymaz. Ancak tarihte - eşine az da rastlansa - bu aşkı bulan monarklar da az değildir... Firavun II. Ramses'le Kraliçe Nefertari, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen'le İmparatoriçe Theodora, İngiltere Kraliçesi Victoria'yla Prens Albert aklıma gelen örneklerin birkaçı. Ancak bu büyük aşklar, bazen büyük anıtların bırakılması sonucunu da doğurmuştur. Bunlardan kuşkusuz en ihtişamlı olanlarından biri de, Delhi'nin 300 km güneyindeki Agra'da bulunan Tac Mahal'dir.
Binlerce işçi ve zanaatkâr tarafından, mimar Üstad Ahmed Lahauri'nin başkanlığında ve aralarında Mimar Sinan'ın öğrencileri İsa Muhammed Efendi ve Üstad İsa'yla, kubbeyi tasarlayan Osmanlı kökenli İsmail Efendi'nin de bulunduğu bir mimarlar ordusunca tasarlanan ve 1632-1653 yılları arasında inşa edilen Tac Mahal, Hindistan'ın dünya çapında bilinen ve tanınan en ünlü yapısıdır desem çok da yanılmam, sanırım. Türk-Moğol ya da Babür İmparatorluğu'nun en parlak devrini yaşadığı bir dönemde hüküm süren Şah Cihan'ın, çok büyük bir aşkla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal için yaptırdığı mozoleyle, ona duyduğu aşkını ve ölümünün üstündeki tesirini ifade etmeye çalışmıştır adeta. Yüzlerce kilometre öteden gelen beyaz mermer kullanılarak inşa edilmiştir. Mazlemeler 1000 fil yardımıyla Agra'ya taşınmıştır. Bunun dışnda Arabistan'dan kuvarts, Afganistan'dan lapis lazuli, Tibet'ten turkuaz, Çin'den kristal ve yeşim taşı ve Sri Lanka'dan safir de getirtilmiştir. Duvarlarını süsleyen yazılar kazılarak yapılmamıştır: Hâlâ dünya çapında değerli taş işçiliği ve boya üreticiliği konusunda bir numara olan bir ülkeden bekleneceği gibi, değerli taşların kırılıp ezilmesiyle elde edilen tozdan üretilen boyalar, mermere adeta enjekte edilmiştir.
35 metre yüksekliğindeki kubbesi, 7 metre yüksekliğindeki silindirik bir kaideye oturtulmuştur. Ana yapının dört tarafında 40 metre yüksekliğinde birer minare bulunmaktadır. Minareler, çökme ihtimaline karşı mezarın üstüne değil de dışarıya devrilsin diye, kaidelerinin biraz dışına yerleştirilmiştir. Hat dışında Babür taş işçiliğinin en iyi örneklerine rastlamak mümkündür. Gerek mezarın iç kısmı, gerekse dış yüzeyi pek çok zarif ve ince kabartmalarla süslenmiştir.
Tac Mahal'in iki yanında birbirine bakan ve birbirinin ikizi iki cami bulunmaktadır. Bir kenarı 300 metre olan çarbağ denen ve İran'a özgü bahçesinin ortasında, anıtsal kapısıyla mezar arasında dikdörtgen biçimli bir havuz bulunur. Bunların hepsi bir araya gelerek bu büyük külliyeyi oluştururlar. Mezar, her yıl ortalama üç milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
Bir iddiaya göre, Şah Cihan, şimdi kendisinin de mezarı olan Mümtaz Mahal'in mezarının karşısına, Tac Mahal'in siyah mermerli olanından da yaptırtmak istemiş, fakan oğlu tarafından tahtından indirilince bu planları suya düşmüştür. Doğruluğunun ne olduğu tam olarak bilinmemesine rağmen, Tac Mahal'in kıyısında bulunduğu Yamuna nehrinin karşısında birtakım arkeolojik veriler bu iddiayı doğrular gibidir. Gerçi zaman içinde kararmış olan beyaz mermerler olduğu anlaşılan birtakım taşlar bulunmaktadır iddia edilen yerde, ama bahçe düzenlenmesinin de başlangıcına işaret eden bazı kalıntılar da gözden kaçmamakta.
Gerçek her ne olursa olsun, Tac Mahal Hindistan'ın incisi olmaya devam etmektedir. O kadar ki, çeşitli kopyaları da bölgede inşa edilmiştir. Bunların başında Şah Cihan'ın torununun, annesi için yaptırdığı Aurangabad'taki Bibi Ka Makbara'yla yakın zamanda inşa edilmiş Bangladeş Tac Mahali bunlardan birkaçıdır. Bunlar, aslında bu güzel yapının ne denli iz bıraktığının yalnızca iki örneğidir.
Historistanbul
History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill
10 Mayıs 2012 Perşembe
27 Şubat 2012 Pazartesi
Reichstag Yangını
Bu yazının yayınlandığı andan tam tamına 79 yıl önce, yani 27 Şubat 1933’te yerel saatle 21:25’te, Berlin’de bir itfaiye istasyonuna bir ihbar gelir. Weimar Cumhuriyeti’nin meclis binası (ki Federal Almanya Meclisi’nin alt kanadı Bundestag da günümüzde orada toplanır) Reichstag’ta yangın çıkmıştır... İtfaiye ve polis Reichstag’a ulaştığında binanın merkezinde ve kubbenin altında bulunan Temsilciler Salonu alevler içinde kalmıştı...
Yangın saat 11’de söndürüldü, ama Reichstag kullanılmaz hâle geldi. Weimar Cumhuriyeti Meclisi, bundan sonra yapacağı çok az sayıdaki toplantı için, Reichstag’ın ön cephesinin baktığı parkın diğer ucunda bulunan ve savaş sırasında yıkılan Krolloper (Kroll Opera Binası) kullanılacaktı.
Polis yaptığı soruşturma ve inceleme sonucu, Almanya’ya yeni gelmiş olan 24 yaşındaki Hollanda asıllı işsiz duvarcı ustası ve komünist Marinus van der Lubbe’nin yangını çıkardığına dair ‘kanıtlara’ ulaştı. Van der Lubbe dışında olayla ilgisi olduğu şüphesini taşıyan ve hepsi komünist olan Ernst Torgler (Alman), Georgi Dimitrov, Vasil Tanev ve Blagoi Popov (Bulgar), Reichstag Yangını Davası (davanın yapıldığı yer nedeniyle Leipzig Davası da denir) Alman İmparatorluğu’nun ve daha sonra Weimar Cumhuriyeti’nin en yüksek mahkemesi olan Leipzig’deki Reichsgericht’te üç ay süreyle (21 Eylül-23 Aralık 1933) yargılandılar ve suçlu bulundular. Üç Bulgar komünistin Sovyetler Birliği’ne sınırdışı edilmelerine ve suçunu ‘itiraf etmiş olan’ van der Lubbe’nin ölüm cezasına çarptırılmasına karar verildi. Devrin Saksonya Eyaleti yasaları gereğince ceza giyotin kullanılarak 10 Ocak 1934’te, 25. yaş gününden üç gün önce infaz edildi. 2008’de, verilmiş olan cezanın dönemin ceza yasalarının Anayasa’ya aykırı olması nedeniyle van der Lubbe’nin affedilmesine karar verildi. 21 Eylül 1933’te Londra’da bir grup hukukçu tarafından bir karşı dava düzenlenmiş ve Nazi Partisi’nin üst yöneticilerinin bu yangından dolayı sorumlu olduğu sonucuna varmışlardı.Ancak sonuçları itibarıyla bu yangın, basitçe bir yangın olmanın ötesine geçti. İstikrarsız ve çalkantılı bir 13 yıl geçirmiş olan Almanya’da Adolf Hitler ve lideri olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, nam-ı diğer Nazi Partisi seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. 30 Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Katolik Merkez Partisi lideri Franz von Papen’in kendisine, Hitler’le koalisyon yapması halinde onu kontrolü altında tutacağının garantisini vermesi üzerine Hitler’i Şansölye yapmıştı. Mutlak iktidarı ele geçirmek isteyen Hitler’in istediği bir pozisyon değildi bu. Hatta tekrar seçimlere gidilmesi ve parlamentonun feshedilmesi için Hindenburg’u ikna etmiş, 5 Mart 1933’te seçimlerin yapılacağını ilân etmişti. Çünkü Hitler, öncelikle Reichstag’ta üçte ikilik bir çoğunluk elde ederek bir Yetki Yasası çıkartmak istiyordu. Bu sayede Şansölye Reichstag’a ihtiyaç duymadan dört yıl boyunca istediği yasayı çıkartabilmekte; bu süre gerekli görüldüğü takdirde uzatılabilmekteydi. En son seçimlerde Nazi Partisi %32 oy aldığı için bu yasayı çıkartacak çoğunluğa sahip değildi, üstelik yasanın çıkması için ülkenin çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalması gerekiyordu. Hitler’den önce bu yola başvurulduğu tek zaman, hiperenflasyonla mücadele edilmek üzere 1923-1924 arasında çıkartılıp uygulanmıştı.
Yangından sonra von Hindenburg, Reichstag Yangını Kararnamesi’ni yayınlayarak temel hak ve özgürlüklerin büyük çoğunluğunu askıya aldı. Yangını ‘komünist tehdide karşı’ önlemlerin alınması gerektiği yönünde propaganda yapan Nazi Partisi, 5 Mart’ta yapılan seçimlerde %44 oy aldı Alman Nasyonal Halk Partisi’nin %8’lik oy oranıyla %52’ye ulaşarak Reichstag’ta çoğunluğu elde ettiler; gerçi bu üçte ikilik çoğunluğa yetmemekteydi. Ancak, Almannya Komünist Partisi’nin Reichstag Yangını Kararnamesi’ne dayanarak baskı altında tutulması ve Sosyal Demokrat Parti’nin de Nazi SA birliklerince tehdit edilip bir kısmının göz altına alınması sayesinde Hitler 23 Mart 1933’te 1933 Yetki Yasası’nı Reichstag’tan kolayca geçirerek Almanya’nın diktatörü oldu... Kısa süre içinde tüm partiler feshedildi, yenilerinin kurulması yasaklandı. Bir sene sonra, 2 Ağustos 1934'te Hindenburg öldü. Alman ordusunun da desteği birtakım pazarlıklarla alındı ve Hitler Almanya’yı tam bir polis devletine çevirdi. 1939’da da II. Dünya Savaşı patladı zaten, malum.
“Demokrasiyi yıkmanın tek yolu, onun silahlarını kendisine karşı kullanmaktadır” sözüne çok iyi bir örnek teşkil ediyordu da, hazır yıldönümü geldiği için hatırlatayım dedim...
Yangın saat 11’de söndürüldü, ama Reichstag kullanılmaz hâle geldi. Weimar Cumhuriyeti Meclisi, bundan sonra yapacağı çok az sayıdaki toplantı için, Reichstag’ın ön cephesinin baktığı parkın diğer ucunda bulunan ve savaş sırasında yıkılan Krolloper (Kroll Opera Binası) kullanılacaktı.
Polis yaptığı soruşturma ve inceleme sonucu, Almanya’ya yeni gelmiş olan 24 yaşındaki Hollanda asıllı işsiz duvarcı ustası ve komünist Marinus van der Lubbe’nin yangını çıkardığına dair ‘kanıtlara’ ulaştı. Van der Lubbe dışında olayla ilgisi olduğu şüphesini taşıyan ve hepsi komünist olan Ernst Torgler (Alman), Georgi Dimitrov, Vasil Tanev ve Blagoi Popov (Bulgar), Reichstag Yangını Davası (davanın yapıldığı yer nedeniyle Leipzig Davası da denir) Alman İmparatorluğu’nun ve daha sonra Weimar Cumhuriyeti’nin en yüksek mahkemesi olan Leipzig’deki Reichsgericht’te üç ay süreyle (21 Eylül-23 Aralık 1933) yargılandılar ve suçlu bulundular. Üç Bulgar komünistin Sovyetler Birliği’ne sınırdışı edilmelerine ve suçunu ‘itiraf etmiş olan’ van der Lubbe’nin ölüm cezasına çarptırılmasına karar verildi. Devrin Saksonya Eyaleti yasaları gereğince ceza giyotin kullanılarak 10 Ocak 1934’te, 25. yaş gününden üç gün önce infaz edildi. 2008’de, verilmiş olan cezanın dönemin ceza yasalarının Anayasa’ya aykırı olması nedeniyle van der Lubbe’nin affedilmesine karar verildi. 21 Eylül 1933’te Londra’da bir grup hukukçu tarafından bir karşı dava düzenlenmiş ve Nazi Partisi’nin üst yöneticilerinin bu yangından dolayı sorumlu olduğu sonucuna varmışlardı.Ancak sonuçları itibarıyla bu yangın, basitçe bir yangın olmanın ötesine geçti. İstikrarsız ve çalkantılı bir 13 yıl geçirmiş olan Almanya’da Adolf Hitler ve lideri olduğu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, nam-ı diğer Nazi Partisi seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. 30 Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Katolik Merkez Partisi lideri Franz von Papen’in kendisine, Hitler’le koalisyon yapması halinde onu kontrolü altında tutacağının garantisini vermesi üzerine Hitler’i Şansölye yapmıştı. Mutlak iktidarı ele geçirmek isteyen Hitler’in istediği bir pozisyon değildi bu. Hatta tekrar seçimlere gidilmesi ve parlamentonun feshedilmesi için Hindenburg’u ikna etmiş, 5 Mart 1933’te seçimlerin yapılacağını ilân etmişti. Çünkü Hitler, öncelikle Reichstag’ta üçte ikilik bir çoğunluk elde ederek bir Yetki Yasası çıkartmak istiyordu. Bu sayede Şansölye Reichstag’a ihtiyaç duymadan dört yıl boyunca istediği yasayı çıkartabilmekte; bu süre gerekli görüldüğü takdirde uzatılabilmekteydi. En son seçimlerde Nazi Partisi %32 oy aldığı için bu yasayı çıkartacak çoğunluğa sahip değildi, üstelik yasanın çıkması için ülkenin çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalması gerekiyordu. Hitler’den önce bu yola başvurulduğu tek zaman, hiperenflasyonla mücadele edilmek üzere 1923-1924 arasında çıkartılıp uygulanmıştı.
Yangından sonra von Hindenburg, Reichstag Yangını Kararnamesi’ni yayınlayarak temel hak ve özgürlüklerin büyük çoğunluğunu askıya aldı. Yangını ‘komünist tehdide karşı’ önlemlerin alınması gerektiği yönünde propaganda yapan Nazi Partisi, 5 Mart’ta yapılan seçimlerde %44 oy aldı Alman Nasyonal Halk Partisi’nin %8’lik oy oranıyla %52’ye ulaşarak Reichstag’ta çoğunluğu elde ettiler; gerçi bu üçte ikilik çoğunluğa yetmemekteydi. Ancak, Almannya Komünist Partisi’nin Reichstag Yangını Kararnamesi’ne dayanarak baskı altında tutulması ve Sosyal Demokrat Parti’nin de Nazi SA birliklerince tehdit edilip bir kısmının göz altına alınması sayesinde Hitler 23 Mart 1933’te 1933 Yetki Yasası’nı Reichstag’tan kolayca geçirerek Almanya’nın diktatörü oldu... Kısa süre içinde tüm partiler feshedildi, yenilerinin kurulması yasaklandı. Bir sene sonra, 2 Ağustos 1934'te Hindenburg öldü. Alman ordusunun da desteği birtakım pazarlıklarla alındı ve Hitler Almanya’yı tam bir polis devletine çevirdi. 1939’da da II. Dünya Savaşı patladı zaten, malum.
“Demokrasiyi yıkmanın tek yolu, onun silahlarını kendisine karşı kullanmaktadır” sözüne çok iyi bir örnek teşkil ediyordu da, hazır yıldönümü geldiği için hatırlatayım dedim...
14 Şubat 2012 Salı
Aziz Valentinus
Sevgililer Günü olarak bilinen gün, aslında Katolik Kilisesi'nin Valentinus adlı bir azizinin yortu günü (Hıristiyan inancına göre aziz olan kişinin anma gününe yortu denir) olarak belirlediği gündür. Çeşitli martirolojilerde, yani şehit/martir olmuşların listelerinin ve açıklamalarının olduğu birtakım metinlerde, bir değil üç Aziz Valentinus’tan bahsedilir aslında.
Bunlar içinde en ünlüsü 14 Şubat 269’da Via Flaminia adındaki Roma yollarından birine gömülen Prebister (bir tür papaz/piskopos; mürver/yaşlı anlamındaki Yunanca πρέσβυς/presbus’tan türemiştir) Valentinus’tur. Ancak bu bile kesin bir veri olmadığı, hatta birden fazla Valentinus adında hakkında belirsizlikler bulunan aziz olduğu için, 1969’da Azizler Takvimi elden geçirildiğinde listeden tamamen çıkartılmıştır. Yine de Prebister Valentinus, tüm dünyadaki Katolikler için saygıyla anılması gereken azizlerin bulunduğu bir listede ismi bulunmaya devam etmektedir. Söz konusu Valentinus ya da herhangi bir Valentinus’un adına, en eski Hıristiyan dini bayramları ve anma günleri listesini barındıran 354 Yılı Kronografyası olarak bilinen metinde rastlanmamıştır. Üç azizin birden yortu gününün kutlanmaya başlamasıysa Papa I. Gelasius’un 496’daki buyruğuyla olmuştur. Ancak o dönemde bile – Prebister Valentinus da dahil – hiçbiri hakkında fazla bir şey bilinmemekteydi. Arada daha fazla atlamayalım; diğer Valentinuslar bir Interamna (bügünkü Terni) Piskoposu ile Roma eyaleti Africa’da şehit edilen bir Valentinus’tur.
Ne var ki, 269’da gömülen Valentinus’un bu güne anlam ve önemini veren kişi olması çok muhtemeldir. Şöyle ki, Ortaçağ’ın en önemli hagiografilerinden – yani azizlerin hayatlarının yazıldığı metinlerden – biri olan Legenda Aurea, yani Altın Efsane’de belirtildiği kadarıyla, Roma İmparatoru II. Claudius evli erkeklerin iyi asker olamayacağını düşündüğü için askerlerin evlenmelerini yasaklamış. Valentinus da gizli gizli Hıristiyan askerleri evlendirmekteymiş. Valentinus’un böyle yaptığını öğrenen İmparator, onu hapse attırmış, fakat onu sevdiği için iyi davranmış, ancak kendisini de Hıristiyan yapmaya çalışınca önce taşlanmış ve sopalara dövülmüş, ardından da şehir surlarının dışında, Flamina Kapısı’nın önünde asılarak öldürülmüştür. Yine aynı efsaneye göre Valentinus, kendi celladının kör olan kızının gözlerini, öldürülmeden önce bir mucizeyle iyileştirmiştir.
Bu Aziz Valentinuslar’dan hangisi olursa olsun, Aziz Valentinus’un yortu gününün ilk kez aşkla, romantizmle özdeşleştirilmesi, 14. yy’da yaşamış İngiliz şair Geoffry Chaucer’in yazdığı Parlement of Foules, yani Kuşlar Meclisi adlı şiirine dayanır. Bundan önce bu tür bir uygulama yazılı kaynaklarda geçmemektedir.
Günümüzde bu Aziz Valentinus hem Roma Katolik Kilisesi, hem Doğu Ortodoks Kilisesi, ayrıca da Anglikan ve Luteran Kiliseleri tarafından kendisine hürmet edilmektedir.
İşte, Sevgililer Günü’nün kaynağı olan Aziz Valentinus’un hikayesi bu. Yüzlerce yıllık bir geleneğin ürünü olan hepinizin bu güzel günü kutlu olsun!...
24 Ocak 2012 Salı
Uğur Mumcu (1942 - ... )
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken,
Bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık,
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken,
Bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini,
Yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük
Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
18 Ocak 2012 Çarşamba
18 Ocak’taki Tarihsel Sembolizm
İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki, sembolizme bayılır. Bir şeyi söylemek için onu doğrudan ifade etmek yerine, başka bir biçimde, birtakım imgelerle, hareketlerle, eşyalarla pekiştirmek, verilmek istenen mesajı daha etkili kılacağı için bu yola çok sık başvurur. Papa’nın tacının üstüste geçmiş üç taçtan oluşması, tüm imparator/prens/krallardan daha üstün olduğunu göstermek içindir. Kanuni Sultan Süleyman ise, papadan daha üstün bir otoriteye sahip olduğunu göstermek için, aynı tacın dörtlüsünden yaptırdığı söylenir. İtalya’nın Bologna kentinde onlarca anlamsız kule inşa edilmiştir. Bu kulelerin tek bir amacı vardı, o da, onu inşa ettiren ailelerin tüm dünyaya kendi güçlerini göstermesiydi. Tevrat’ta Babil Kulesi olarak bilinen basamaklı piramit şeklindeki Marduk tapınağı Etemenanki, gökteki tanrıya ulaşmak için bir yolken, onun inşaatının durmasını konu alan bir mitolojinin Babil üstünde oluşması, bugünkü İsrail/Filistin topraklarında kurulmuş olan Yahudi krallıklarının Babil tarafından yok edilmesiyle başlayan Babil sürgününün adeta bir edebi intikamı gibidir.
Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?
İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.
Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...
Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.
İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!
Eee, ne olmuş yani? Niye ettim ben bu kadar lafı?
İşte bu tür bir imgeler ve simgeler silsilesinin bir örneği olan ve gerek Almanya, gerek Fransa ve hatta dünya tarihi açısından son derece önemli bir gündür 18 Ocak. 18 Ocak, Almanya’nın Almanya olduğu gündür. Fransızları 1870 Savaşı’nda yenen (daha doğrusu yenmek üzere olan; ateşkes 28 Ocak’ta imzalanacak) Prusya Kralı Wilhelm, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman İmparatoru ilân edilmiştir. Fransa için çok kötü bir gündür, çünkü ağır şartlar altında bir ateşkes ve ardından da barış imzalanmış, hem de Alman İmparatorluğu’nun Versailles Sarayı’nda ilân edilmesiyle telafi edilemeyecek bir aşağılanmaya maruz kalmıştır. Üstelik zengin maden yataklarına sahip Alsace-Lorraine’i de (Almancası Elsaß-Lothringen) kaybetmiştir. Ancak az önce dediğim gibi, bu bir sembolizm silsilesiydi... yani bu iş burada bitmiyor.
Almanya’nın kaybettiği ve Fransa’nın kazandığı Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte başlayan barış konferansı bilin bakalım nerede başladı? Versailles’da! Fakat, bir dakika. Avrupa standartlarında bir sembolizm için yeterli değil bu. Öyle bir şey daha olsun ki, bu durumu taçlandırsın, iyice yüzüne çarpsın savaşı kaybeden Almanya’nın... evet, Fransa bir adım daha ileri giderek, Almanya’nın kendi İmparatorluğu’nu ilân ettiği 18 Ocak’ta Paris Barış Konferansı’nı başlatarak, İmparatorluğu kuruluş yıldönümünde bitiriyor... Her iki durumu gösteren tabloları yazı içerisinde görmeniz mümkün...
Yeterli değil mi? Bir örnek daha vereyim o zaman, gerçi 18 Ocak’a ait değil, ama 18 Ocak’ta olanlarla bağlantılı bir örnek...
I. Dünya Savaşı’nın ateşkeslerinden biri olan Compiègne Ateşkesi de denilebilecek karşılıklı silah bırakma antlaşması 11 Aralık 1918’de, savaşta başarı göstermiş ve İtilaf Devletleri’nin fiilen başkomunatı durumundaki Ferdinand Foch’un özel treninin vagonunda imzalandı. Bu vagon 1921’de normal bir vagon olarak kullanıldıysa da, 1921-1927 arası Paris Les Invalides’de sergilenmiş; Kasım 1927’de de ateşkesin imzalandığı yere götürülüp Kaiser’in Almanyası’nın Yenilgisi Anıtı adıyla özel olarak inşa edilmiş bir binaya yerleştirilmiştir... ta ki 22 Haziran 1940’a kadar. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın işgaliye birlikte Hitler, bu son derece sembolik noktada Fransa’ya ateşkes imzalatmıştır. Bu ateşkesin imzalanmasının ardından bina yıkılmış, vagon da Berlin’e götürlümüştür. Savaşın sonuna doğru SS birliklerince kaçırılıp saklanmışsa da, Amerikalılar tarafından havaya uçurulmuştur. 1950’de içindekilerle birlikte bir birebir kopyası yapılıp Compiègne’deki yerine konumuştur.
İşte böyle... Tarih, bu türdeki sembolik yüzlerea şeyle doludur aslında, ancak 18 Ocak işte pek çok kişi için aslında böyle bir günmüş, ya!
10 Ocak 2012 Salı
Nika Ayaklanması
Bizans İmparatorluğu'nun en parlak dönemlerinden (belki de en parlağı) olarak tarif edilen İmparator I. Iustinianus, nam-ı diğer Jüstinyen'in devri, aslında hiç de parlak bir biçimde başlamamıştı. Hatta onun zamanında kalan en önemli eserler - Ayasofya da dahil - başkent Konstantinopolis'in o zamana kadar başından geçen en büyük felaketin külleri üzerine yükselmişti. Bu felaketin adı, bundan 1479 yıl önce patlayan Nika Ayaklanması'ydı (nika=zafer).
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.
Jüstinyen'in imparator olduğu Erken Bizans devrinde, günümüzdeki futbol takımlarının insanlar üzerindeki nüfuzunun bir benzeri, at yarışlarında yarışan takımlar için geçerliydi. O sırada dört takım vardı: Maviler, Yeşiller, Beyazlar ve Kırmızılar. Beyazlar ve Kırmızılar'ın aksine, Maviler ve Yeşiller'in aynı zamanda siyasi güçleri de bulunuyordu. Bu sokak çeteleriyle siyasi parti arası gruplar, özellikle 5. ve 6. yy'da İmparatorluğu yoğun olarak etkisi altına alan teolojik sorunlardan, tahta kimin geçeceğine kadar pek çok konuda zaman zaman etkinlik gösterebiliyorlardı. Hatta bu gruplar o kadar güçlülerdi ki, şehirde güvenliği sağlamakla görevli muhafız ve benzeri teşkilatlanma mutlaka işbirliği yapmak mecburiyetindelerdi. Takımlar, asil ailelerin destekleriyle ayakta duruyorlardı ve bunların bir kısmı, Makedonya kökenli ve bir Maviler taraftarı olan Jüstinyen'den daha fazla tahtı hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Zaman zaman ufak tefek olaylar çıkıyordu elbet, bugünkü futbol holiganlığından çok da farklı değildi durum. Ancak her şey 531'de, Maviler ve Yeşiller'e üye birkaç kişinin, önceden çıkmış bazı olaylarda bazı kişilerin öldürülmesinden dolayı suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılmasıyla başladı. Katillerin bir kısmı asıldı, ancak bir Yeşiller ve bir Maviler taraftarı 10 Ocak 532'de bir kiliseye sığındılar ve pek çok taraftar kilisenin çevresini, içerdekileri korumak için adeta etten duvar ördü. Ancak sorun gittikçe büyüyordu ve Jüstinyen çok kritik bir noktada bulunuyordu, çünkü bir yandan İmparatorluk genelinde yüksek vergilerden şikayetçi bir halk varken, diğer yandan İran’daki Sassani İmparatorluğu’yla uzun süren savaşların ardından barış için pazarlıklar yapılmaktaydı. İmparatorluğun kalbindeki büyük bir ayaklanma pek çok çabayı mahvedebilirdi. Krizi yatıştırabilmek için Jüstinyen 13 Ocak 532’de bir at yarışı düzenleneceğini ilân etmiş, koruma altındaki iki kişinin de suçlarının ömür boyu hapse çevrileceğinin garantisini vermişti. Kızgın kalabalık tamamen affını istemeye devam etti.
13 Ocak sabahı başlayan yarışlar sırasında başlangıçta İmparator’a sözlü saldırılar oldu, ancak akşama doğru işler çığrından çıktı. Kathisma adlı yapıyla Hipodrom’daki İmparator locası Saray’a bağlanıyordu. Jüstinyen Kathisma’yı kullanarak Saray’a kaçtı ve beş gün boyunca adeta kuşatma altında kaldı.
Şehri terk etmeye hazırlanırken, karısı İmparatoriçe Theodora kendisini şehri terk etmemek konusunda ikna etti: “Tacı bir kere takmış olanlar, asla onu kaybettikten sonra hayatta kalmamalıdırlar. Ben İmparatoriçe olarak selamlanmadığım bir günü asla görmeyeceğim. Hem mordan (mor imparatorluk rengidir) çok iyi kefen olur.”
İçerde tüm bunlar olurken, şehir karmakarışıktı. Yüzlerce insan ölmüş, şehirde yangınlar çıkmıştı. Büyük ihtimalle ayaklanmış grupların kontrolünü de elinde bulunduran bazı senatörler bu fırsatı kullanarak Jüstinyen’i devirip, yerine amcasından önce imparator olmuş olan Anastasius’un yeğeni Hypatius’u imparator ilân ettiler. Ayrıca Roma Hukuku’nun temelini oluşturan hukuk derlemesi Corpus Iuris Civilis’i hazırlayan ekibin başındaki quaestor Tribonian’la Jüstinyen’in sağ kolu ve yüksek vergilerden sorumlu tutulan Kapadokyalı John (Ioannis Orientalis)’un azad edilmesini talep etmeye başladılar. Jüstinyen için bunlar kabul edilemezdi.
Kendini toplayan Jüstinyen, aynı zamanda popüler bir kişilik olan kâhyası Narses’le generalleri Belisarius ve Mundus’u içine alan bir plan yaptı. Bunun sonucunda Narses elinde bir kese altınla Hipodrom’u işgal etmiş olan Maviler ve Yeşiller’den Maviler’in yanına giderek liderlerine parayı verir ve İmparator’un bir Maviler taraftarı olduğunu, Yeşiller’in tarafı olan Hypatius’unsa İmparator ilân edildiğini söyler. Kısa bir süre sonra Maviler Hypatius taç giyerken Hipodrom’u boşaltırlar. Yeşiller neye uğradıklarını anlayamadan Belisarius ve Mundus askerleriyle Hipodrom’a dalarak içerdeki yaklaşık 30,000 kişiyi katlederler. Aslen imparator olmak niyetinde en başından beri olmayan Hypatius, Jüstinyen’in istememesine karşın Theodora’nın baskısıyla idam edilir. Olayları destekleyen senatörlerse sürgüne gönderilirler. Ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldığında, onbinlerce kişi ölmüş, şehrin neredeyse yarısı yanmıştı, yerle bir edilmişti. O sırada yaklaşık 100 yıllık bir yapı olan Ayasofya da yok olan binalar arasındaydı.
Nika Ayaklanması bastırıldıktan sonra şehrin yeniden inşasına girişen Jüstinyen, Roma hukuku külliyatını da bir hayli kısa sürede tamamlamış ve her ne kadar başka büyük talihsizlikler ileride yaşanacak olsa da, İmparatorluğunun parlak devirlerinden birini yaşatabilmeyi başarmıştır. Diğer yandan, ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünün canlı bir örneği de olmuştur Theodora ve Jüstinyen. Zira Theodora İmparatoru ikna etmiş olmasaydı ve şehri terk etseydi, çok farklı bir tarihle karşı karşıya olacaktık kuşkusuz.
1 Ocak 2012 Pazar
Yeni Yıl...
2010'u geride bıraktık... Yine yeni bir yıl, yine döndük, dolaştık, geldik bir de baktık ki Ocak olmuş... Ancak bugün, insanlık için dünyanın birkaç milyar yıldır yaptığı şeyi tekrar yapmış olmasını kutlamanın ötesinde bir şey. Yeni bir başlangıç, yeni bir umut ifade etmekte pek çok insan için... Pek çok kişi için eğlenmek, gezmek, dinlenmek, aileyle vakit geçirmek için harika bir fırsattır.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:
Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.
Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.
Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.
Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.
Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.
Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.
İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.
Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.
İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.
Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.
Yeni bir yıla upuzun bir yazıyla girmek gibi bir niyetim yok. Bu yazıyla demeye çalıştığım şey, yeni yılınızı kutlarken, bunun sadece Gregoryen Miladi Takvim'deki yeni yılın başlangıcı olduğunu söylemek. Başkaları bakın yeni yıla ne zaman giriyor ve hangi yıldalar:
Ay yılına göre düzenlenen Hicri Takvim'e göre 6 Aralık 2010 gecesi 1431 sona ermiş, 1432 başlamış.
Ay ve Güneş yılını temel alarak hazırlanmış olan Çin Takvimi'ne göre yeni yıl Ocak sonuna ya da Şubat'a denk gelir; her yıl da bir hayvanla temsil edilen burçla eşleşir. Bu hayvanların sayısı 12 (Fare, Öküz, Kaplan, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koyun, Maymun, Horoz, Köpek, Domuz) olup, her birinin 5 Çin elementiyle (Hava, Ateş, Toprak, Su, Metal) eşleştirilmesiyle oluşan 60 yıllık bir döngüsü bulunur. 2011'de Yeni Çin Yılı 3 Şubat 2011'de başlayacak, Metal-Kaplan Yılı bitecek, Metal-Tavşan Yılı başlayacak. O da 22 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Herkesçe kabul edilmiş bir başlangıç yılı olmamakla birlikte, M.Ö. 2697'de başladığı genelde kabul edilmekte, bu da şu anki yılı 4707, 3 Şubat 2011'de başlayacak olanı da 4708 yapmaktadır.
Çinlilerin kullandığı takvimi Kore, Vietnam, Moğolistan, Tibet gibi ülkelerde de kullanıldığını görmek mümkün. Daha çok birtakım bayramları belirlemek için kullanılmaktadır. Japonya'da Gregoryen Miladi Takvim resmi olarak kullanılmakla birlikte, diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi, özel günleri belirlemeye yaramakta.
Hindistan'da Gregoryen Miladi Takvim'le birlikte, Hindu Takvimi ve Hindistan Resmi Takvimi adında bir takvim kullanılır. Hindu Takvimi dini bir takvimdir ve Çin takvimi gibi 60 yıllık bir döngüsü bulunur. Döngüdeki her yılın bir adı vardır. 2010, 5111'e denk gelmektedir. Hindistan Ulusal Takvimi'yse M.S. 78'i başlangıç tarihi almaktadır. Şu anda 1932'deyiz ve 22 Mart 2011'de 1933'e gireceğiz. Hindistan yarımadasında bunun dışında Tai Güneş Takvimi (2553'teyiz), Bengal Takvimi (1427'deyiz), Nepal Takvimi (2067'deyiz) gibi çok çeşitli takvimler bulunmaktadır.
Bizans İmparatorluğu'nda ve sonrasında İstanbul Patrikhanesi tarafından kullanılan Bizans takvimi, İncil'den yola çıkarak dünyanın ya
ratılışını başlangıç noktası alarak ve M.Ö 1 Eylül 5509'da başlar.
Mısır'da yaşayan Kıpti Hıristiyanları'nın kullandığı eski İskenderiye Takvimi ile Miladi Takvimi arasında 283/284 yıl vardır; Miladi Takvim'in başlangıcı daha eskidir. Etyopya Takvimi de Kıptilerin kullandığı takvimden kendi takvimlerini türetmişlerdir.
İbrani Takvimi'nin başlangıcı Roş Haşana 9 Eylül 2010'da başladı. Yıl ise 5771. 28 Eylül 2011'de sona erecek.
Dünyanın en eski takvimlerinden birini icat etmiş olan Eski Mısırlılar, 360+5 günlük bir takvim kullanıyorlardı. Buna göre 30 günden oluşan 12 aylık takvimin sonunda 5 günlük bir süre ekliyorlardı. Mitolojilerine göre, Yer Tanrısı Geb ile Gök Tanrıçası Nut'un çocuk sahibi olması yasaktı. Ancak Nut, Bilgelik Tanrısı Tot'tan yardım istedi. Tot, Ay Tanrısı Honsu'yla ışığının 72'de biri için (360/72=5) kumar oynadı ve kazandı; o sırada takvimde olmayan o 5 günü Nut'la Geb'e verdi. O 5 günde Nut Hareoris, Osiris, İsis, Set ve Neftis'i doğurdu. Böylece takvim de 365 güne çıktı. 3 mevsimden, her ayı 10'ar günlük 3 haftadan oluşan bu takvimin yanında 320 günlük bir başka takvim daha Eski Krallık devrinde kullanılmaktaydı.
İbrani takvimi gibi Babil ve Mezopotamya takvimlerinden etkilenerek hazırlanmış İran takvimleri, baharın gelişini, doğanın yeniden doğuşunu takviminin başlangıç noktasına koyar; her ikisinde de - Babil/Mezopotamya ve İran'da - başlangıç tarihi Nevruz'dur. Nevruz, Farsça yeni (nev) gün (ruz) demektir. 21, 22 ya da 23 Mart'a denk gelir. Bölgedeki pek çok ülke ve kültürde insanlar, bir yıl başlangıcı olmanın ötesinde de çeşitli şekilde Nevruz'u kutlarlar. Şu anda İran takvimi 1389 yılındadır. 21 Mart 2010'da başlamıştır; 20 Mart 2011'de sona erecektir.
Görüldüğü gibi tek takvim, tek bir yeni yıl yok. Ama hepsinde amaç aşağı yukarı aynı: Zamanı belirlemek, ve bir döngü bitip yenisi geldiğinde yeni dönemin iyi geçmesi için, yeninin gelişini, eskinin gidişini kutlamak. Hepinize tekrar sağlıklı, mutlu, huzurlu, neşe dolu, verimli yıllar.
28 Aralık 2011 Çarşamba
Westminster Abbey
Londra'nın en eski yapılarından ve en büyük ve güzel kiliselerinden Westminster Abbey'in bugünkü yapısı, 946 yıl önce bugün, 28 Aralık 1065'te kutsanarak 'açıldı'.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.
Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.
I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.
Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).
Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.
Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.
İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.
Doğrudan Britanya monarkına bağlı olarak çalışmalarını yürüten kilise, aslında bir katedral değildir; sadece 1546-1556 arasında çok kısa bir süre katderal olmuş - yani bir piskoposun kilisesi haline gelmiştir. Günümüzde ise, Kraliçe Victoria zamanında İstanbul'daki Ayasofya Müzesi'nden esinlenerek inşa edilen Westminster Katedrali'yle de karıştırmamak gerekir; orası Anglikan Kilisesi'ne değil, Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olarak çalışır.
Günümüzde Britanya Meclisi'ne ev sahipliği yapan ve bir zamanlar İngiltere krallarının sarayı olan Westminster Sarayı'nın yanında bulunan Westminster Abbey, İngiltere tarihi açısından da önemli bir yerdir. 1066'dan bu yana tüm İngiliz kral ve kraliçeleri burada taç giymiştir. Hatta o kadar ki, 13. yy'ın başındaki karışık dönemde sonradan VIII. Louis adıyla Fransa Kralı olacak olan prens Louis Londra'yı kontrolü altında bulundurduğu için II. Henry'nin taç giyme töreni Glouchester Katedrali'nde yapılınca, Papa bunun uygun olmadığını beyan etmiş ve şehir tekrar İngiliz kontrolüne geçince bir taç giyme töreni daha, bu sefer Westminster'da gerçekleştirilmiştir.
I. Mary hariç 1308'den bu yana taç giyme törenleri sırasında kullanılan ve İskoç Krallarının taç giyme törenlerinde kullandıkları Scone Taşı'nı (Taş 1950'de çalınmış, 1951'de geri dönmüş, 30 Kasım 1996'da da taç giyme törenlerinde Westminster'da kullanılmak şartıyla İskoçya'ya getirilmiştir. Edinburgh Şatosu'nda saklanmaktadır.) barındırmak için yapılan St. Edward Tahtı da Westminster Abbey'de bulunmaktadır. Yapıldıktan sonra Westminster'dan sadece iki kere çıkarılmıştır. İlkinde Oliver Cromwell, İngiliz İç Savaşı sonrasında kendisini Lord Protector ilân etmiştir. İkincisinde de, II. Dünya Savaşı'nda daha güvenli olduğu gerekçesiyle Glouchester Katderali'ne götürülmüştür. I. Edward tarafından 1293'te yaptırılmış, adını sondan bir önceki Wessex Kralı ve aziz mertebesine yükseltilmiş tek Britanya monarkı Edward the Confessor'den almıştır.
Kilise aynı zamanda pek çok önemli kraliyet ailesi üyesinin de mezarıdır. İngiltere krallarının mezarlarının bulunduğu üç önemli yerden biridir (diğerleri Windsor Şatosu'ndaki St. George's Şapeli ve Victoria'nın da mezarının bulunduğu Frogmore'dur.).
Westminster Abbey, pek çok düğüne de ev sahipliği yapmıştır. Şu anki Kraliçe Elizabeth, Prens Philip, babası ve annesi Kral VI. George ve Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon, Elizabeth'in kızkardeşi Prenses Margaret ve Antony Armstrong-Jones, Elizabeth'in kızı Prenses Anne'la Mark Phillips, ikinci oğlu Prens Andrew'la Sarah Ferguson, bunların 20. yy'daki bir kısmıdır. 21. yy'daki ilk düğün - planlarında bir değişiklik olmadığı takdirde - 29 Nisan 2011'de Galler Prensi Charles'ın büyük oğlu Prens William'la Catherine Middleton'ki olacak.
Westminster Abbey, Romanesk mimarinin tabiri caizse İngiltere'deki yansıması denebilecek Norman mimarisinin yanı sıra, Gotik mimarinin de özelliklerini taşıması açısından, mimari açıdan da özel ve önemli bir yere sahiptir.
İngiltere'nin bu en önemli yapılarından Westminster Abbey, 1000 yıla aşkın bir tarihe tanıklık etmiş olmanın gururuyla dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Öyle gözüküyor ki, daha çok uzun yıllar (hatta yüzyıllar) durmaya da devam edecek.
20 Aralık 2011 Salı
Tarih Siteleri IV: Rome Reborn
Rome Reborn, Virginia Üniversitesi'nin pek çok başka kurum ve kuruluşla birlikte üstünde çalıştığı uluslararası bir proje. Sitede ifade edildiği kadarıyla, projenin amacı Roma kentinin Geç Tunç Çağı'ndaki ilk ortaya çıktığı zamandan (yaklaşık M.Ö. 1000) İmparatorluk sonrası Erken Ortaçağ'a kadarki (M.S. 550) kentsel gelişimini üç boyutlu modellemelerle ortaya koymak. Modellemeye İmparator Konstantin devriyle, M.S. 320'nin Roma'sıyla başlamışlar. Bunun sebebi o dönem Roma kentinin nüfus ve kentsel bakımdan doruk noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu dönemden sonraki yaklaşık 150 yıllık süreç içinde kent pek çok kez barbar kavimlerce yağmalanacak, yakıp yıkılacaktır. En çok bu dönemden kalan yapıların kalıntılarının günümüze kadar ulaşabilmiş olması da, diğer dönemlere nazaran daha az tahmin yapmaya ihtiyaç duyulması ve bu nedenle de gerçeğe daha yakın olunmasına katkıda bulunmaktadır. Bu tarih, aynı zamanda pagan Roma'nın ulaştığı son noktadır. Bundan sonra büyük ve önemli Roma kiliseleri, Konstantin'in Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini hâline getirmesiyle inşa edilmeye başlanacak ve bu durum birkaç kez değiştikten sonra I. Theodosius zamanında kesinleşecek, böylece Roma'nın çehresi yıkımların yanında dönülmez bir biçimde değişecektir.
Projenin ne kadar başarılı olduğunu söylemek için örneklerine bakmak yeter de artar bile.
Ancak proje, aynı zamanda bir başka yerde de kendini göstermiş bulunuyor: Google'ın dünyanın her yerini dolaşma fırsatı veren programı Google Earth'ün İngilizce arayüzünde 'Gallery' kısmına bir alt başlık olarak Ancient Rome 3D maddesinin eklenmiş olduğunu görmek mümkün. Arayüzün dili ayarlardan değiştirilebiliyor. Ancient Rome 3D seçeneğini seçtikten sonra Roma'ya gittiğinizde karşınıza şöyle bir manzara çıkıyor:Evet! 3 boyutlu modellemeyle tüm Roma kentinin IV. Yüzyılın ilk çeyreğindeki halini görmek, içinde dolaşmak, her önemli yapı hakkında bilgi almak mümkün. Görünüşe bakılırsa Google Earth'le Dünya, Ay ve Mars'tan sonra tarih içinde yolculuk yapabilmek de mümkünmüş. Tabii bunu yaparken 3 boyutlu modelleri kapatmayı unutmayın; aksi takdirde şu an var olan binaların modelleriyle 1700 yıl öncesinin Roma'sınınkiler iç içe giriyor.
2008'den bu yana sürdürülen proje, böylece belli bir ölçüde herkesin ulaşabileceği bir noktaya geliyor. Tek kelimeyle mükemmel, mutlaka incelenmesi gereken bir sayfa.
Projenin ne kadar başarılı olduğunu söylemek için örneklerine bakmak yeter de artar bile.
Ancak proje, aynı zamanda bir başka yerde de kendini göstermiş bulunuyor: Google'ın dünyanın her yerini dolaşma fırsatı veren programı Google Earth'ün İngilizce arayüzünde 'Gallery' kısmına bir alt başlık olarak Ancient Rome 3D maddesinin eklenmiş olduğunu görmek mümkün. Arayüzün dili ayarlardan değiştirilebiliyor. Ancient Rome 3D seçeneğini seçtikten sonra Roma'ya gittiğinizde karşınıza şöyle bir manzara çıkıyor:Evet! 3 boyutlu modellemeyle tüm Roma kentinin IV. Yüzyılın ilk çeyreğindeki halini görmek, içinde dolaşmak, her önemli yapı hakkında bilgi almak mümkün. Görünüşe bakılırsa Google Earth'le Dünya, Ay ve Mars'tan sonra tarih içinde yolculuk yapabilmek de mümkünmüş. Tabii bunu yaparken 3 boyutlu modelleri kapatmayı unutmayın; aksi takdirde şu an var olan binaların modelleriyle 1700 yıl öncesinin Roma'sınınkiler iç içe giriyor.
2008'den bu yana sürdürülen proje, böylece belli bir ölçüde herkesin ulaşabileceği bir noktaya geliyor. Tek kelimeyle mükemmel, mutlaka incelenmesi gereken bir sayfa.
Etiketler:
Avrupa,
Eski Roma,
İlkçağ,
Rekonstrüksyon,
Tarih,
Tarih Siteleri
14 Aralık 2011 Çarşamba
Yedi Harika IV: Zeus Heykeli
Olympia... Olimpiyat Oyunları'nın yapıldığı, büyük Zeus'un en önemli tapınağının bulunduğu yer. Ve burası ününü sadece Olimpiyat ve birtakım mabetlere değil, Eski Yunan kültürünün belki de en önemli heykeline de ev sahipliği yapmasına borçlu: Heykeltraş Phidias'ın yapmış olduğu ve Zeus Heykeli'ne.
Günümüzde hiçbir izi kalmamış olan heykel, Zeus'un tahtında oturur bir biçimde göstermekteydi. 12 metre uzunluğundaki heykelin sol tarafında yerde bir kartal bulunuyordu; Zeus'un sol elinde bir asa, sağ elinde ise Zafer Tanrıçası Nike bulunmaktaydı. Tahtı sedr ağacından, heykelin kendisi ise altın, fildişi ve abanozdan yapılmıştı. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabo, heykeli tarif ederken, "eğer tanrı ayağa kalksa, tapınağın çatısını yıkabilir" demişti. Phidias'a heykeli nerden esinlenerek yaptığı sorulduğunda, Homeros'un Ilyada'sındaki bir tarifin bu konuda kendisini etkilediğini söylemiş.
Roma İmparatoru Caligula'nın heykelin kafasının kendi kafasıyla değiştirilmesi için Roma'ya getirtmeye kalkışmış, ancak M.S. 41'de öldürülmesiyle bu gerçekleşmemiştir.
Zeus'un bu muhteşem heykelinin sonunun ne olduğuyla ilgili birtakım iddialar vardır. İmparator Theodosius'un emriyle tüm pagan tapınakların kapatılmasının ardından Olympia'daki Zeus tapınağı da kendi haline terkedilmişti. İşte ilk iddia da, bundan sonra M.S. 425'te meydana gelen bir yangın sırasında yok olduğudur.
İkinci bir iddiaya göre de heykelin, II. Theodosius zamanında İstanbul'daki İmparatorluk Sarayı'nda görev yapmış İmparator'un Teşrifatçısı Lausos'un kendi koleksiyonu için İstanbul'a getirtmesiyle ilgilidir. Roma'nın Hıristiyanlık dışındaki dinleri yasaklayıp pagan tapınakların kapatılmasıyla birlikte, heykelleri oluşturanlar da dahil tapınaklardaki değerli malzemeler sökülmüştü. Zeus'un Olympia'daki heykeli de bundan nasibini almıştı tabii. O nedenle de, kala kala sadece bir iskelet kalmıştı geriye. İşte ikinci iddia da, Lausos'un İstanbul'daki Hipodrom'la Binbirdirek Sarnıcı arasında bulunan evine - ki sarayı demek daha doğru aslında - getirtmiş olduğu bu 'iskelet'in, M.S. 475'te şehrin merkezini yok eden bir yangın sırasında, heykel koleksiyonunun geri kalanıyla beraber tamamen yok olduğudur.
Heykelin yapıldığı yerle ilgili olarak, M.S. 2. Yüzyıl'da yaşamış tarihçi-gezgin Pausanias, Phidias'ın Olympia'da bir atölyesinin olduğunu ve heykelin de burada yapıldığını kaydetmiştir. 1950'lerde Olympia'da yapılan kazılar sırasında, Phidias'ın atölyesi bulunmuştur. Atölyede birtakım aletler, toprak kalıplar yanında üzerinde 'Ben Phidias'a aitim' yazan bir kap da bulunmuştur.
Günümüzde hiçbir izi kalmamış olan heykel, Zeus'un tahtında oturur bir biçimde göstermekteydi. 12 metre uzunluğundaki heykelin sol tarafında yerde bir kartal bulunuyordu; Zeus'un sol elinde bir asa, sağ elinde ise Zafer Tanrıçası Nike bulunmaktaydı. Tahtı sedr ağacından, heykelin kendisi ise altın, fildişi ve abanozdan yapılmıştı. Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabo, heykeli tarif ederken, "eğer tanrı ayağa kalksa, tapınağın çatısını yıkabilir" demişti. Phidias'a heykeli nerden esinlenerek yaptığı sorulduğunda, Homeros'un Ilyada'sındaki bir tarifin bu konuda kendisini etkilediğini söylemiş.
Roma İmparatoru Caligula'nın heykelin kafasının kendi kafasıyla değiştirilmesi için Roma'ya getirtmeye kalkışmış, ancak M.S. 41'de öldürülmesiyle bu gerçekleşmemiştir.
Zeus'un bu muhteşem heykelinin sonunun ne olduğuyla ilgili birtakım iddialar vardır. İmparator Theodosius'un emriyle tüm pagan tapınakların kapatılmasının ardından Olympia'daki Zeus tapınağı da kendi haline terkedilmişti. İşte ilk iddia da, bundan sonra M.S. 425'te meydana gelen bir yangın sırasında yok olduğudur.
İkinci bir iddiaya göre de heykelin, II. Theodosius zamanında İstanbul'daki İmparatorluk Sarayı'nda görev yapmış İmparator'un Teşrifatçısı Lausos'un kendi koleksiyonu için İstanbul'a getirtmesiyle ilgilidir. Roma'nın Hıristiyanlık dışındaki dinleri yasaklayıp pagan tapınakların kapatılmasıyla birlikte, heykelleri oluşturanlar da dahil tapınaklardaki değerli malzemeler sökülmüştü. Zeus'un Olympia'daki heykeli de bundan nasibini almıştı tabii. O nedenle de, kala kala sadece bir iskelet kalmıştı geriye. İşte ikinci iddia da, Lausos'un İstanbul'daki Hipodrom'la Binbirdirek Sarnıcı arasında bulunan evine - ki sarayı demek daha doğru aslında - getirtmiş olduğu bu 'iskelet'in, M.S. 475'te şehrin merkezini yok eden bir yangın sırasında, heykel koleksiyonunun geri kalanıyla beraber tamamen yok olduğudur.
Heykelin yapıldığı yerle ilgili olarak, M.S. 2. Yüzyıl'da yaşamış tarihçi-gezgin Pausanias, Phidias'ın Olympia'da bir atölyesinin olduğunu ve heykelin de burada yapıldığını kaydetmiştir. 1950'lerde Olympia'da yapılan kazılar sırasında, Phidias'ın atölyesi bulunmuştur. Atölyede birtakım aletler, toprak kalıplar yanında üzerinde 'Ben Phidias'a aitim' yazan bir kap da bulunmuştur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)