Memfis Triadı’nın son üyesi olan Nefertem, dünyanın oluşumu öncesindeki sonsuz sularda ortaya çıkan, yükselen mavi mısır nilüferiydi. Bir tanrı olarak Ptah’la Sekhmet’in oğluydu.
Nefertem ve simgelediği mavi niüfer, Eski Mısır için önemli bir çiçekti: Edebiyatlarında, dinlerinde, sanatlarında, hatta mimarilerinde bu çiçek çok kullanılmaktaydı. Güneş’in ilk ışığı ve mavi nilüferin güzel kokusunu temsil etmekteydi.
Kafasında Mısır’a özgü bir çiçek olan mavi nilüfer olan güzel bir erkek olarak tasvir edilmekteydi. Bir şifa ve güzellik tanrısıydı. Bu nedenle Mısırlılar iyi şans getirmesi ve cazibelerini arttırması için muska olarak Nefertem’in heykelciklerini yanlarında bulundururlardı.
History will be kind to me, for I intend to write it... Winston Churchill
30 Eylül 2011 Cuma
29 Eylül 2011 Perşembe
Mahmudiye
Osmanlılar, aynen Romalılar gibi, aslında bir denizci devlet olmaktan çok, ayaklarını kuru tutmayı seven bir İmparatorluğun çocuklarıydılar. Ancak kuruldukları bölgenin şartları onları denizci olmaya itmiş. Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu'nun antik dönemden günümüze kadar tarihini çok ciddi bir biçimde etkilemiş bir iç deniz olmasına şüphe yok. Hâl böyle olunca da, iyi bir donanmaya ihtiyacınız var demektir. İşte Mahmudiye de, bu büyük donanmanın 19. Yüzyıl'daki en büyük gemisiydi.
Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.
Gemi, 1829'da II. Mahmud zamanında, mühendis Mehmed Efendi ile mimar Mehmed Kalfa tarafından tasarlanıp Haliç Tersanesi'nde inşa edilmiştir. 128 toplu, üç ambarlı bir gemi olan Mahmudiye, dönemin en büyük deniz güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın gemilerinden bile büyüktü. 1853-1856 arasında Osmanlı'nın müttefikleriyle beraber Rusya'yla yaptığı Kırım Savaşı'nda da gemi görev almış, fakat II. Abdülhamid devrinde kızağa çekilmiş ve sökülmüştür.
27 Eylül 2011 Salı
Sekhmet
Memfis Triadı’nın üyesi arslan başlı Tanrıça Sekhmet, başlangıçta Yukarı Mısır’ın Şifa ve Savaş Tanrıçası’ydı. Azılı bir avcıydı; nefesi çölleri yaratmıştı ve Firavun’un koruyucusuydu. Sekhmet kültü o kadar güçlüydü ki, 12. Hanedan’ın ilk firavunu I. Amenemhat başkentini Itjtawy’ye M.Ö. 1970 civarında taşıdığında, Sekhmet’in kült merkezi de taşındı.
Sekhmet aynı zamanda bir Güneş Tanrıçası’ydı; Ra’nın kızı olarak kabul edilmekteydi. Hathor ve Bast’la ilişkilendirilmekteydi. Kraliyetle ilişkisi nedeniyle Eski Mısır’ın kraliyet sembollerinden Uraeus’la birlikte tasvir edilmekteydi. Ma’at’ın hakemi olarak Osiris’in Ebedi Mahkeme Salonu’nda yer almaktaydı.
Sekhmet’i sakinleştirmek için savaş sonunda fesitval düzenlendirdi. Bu sayede savaşın getirdiği yıkım sona erdilirdi. Bunun dışında her yılın başında Sekhmet adına bir Sarhoşluk Festivali düzenlenmekteydi. Onbinlerce kişinin katıldığı bu festivalde Sekhmet’in insanlığı neredeyse yok ettiği sırada içerek sarhoş olmasını ve sakinleşmesini, litrelerce bira içip sarhoş olarak taklit etmekteydiler.
Konuyla ilgili mite gelince. Ra’nın Hathor’dan kızı olan Sekhmet, Ra’ya karşı Yukarı Mısır’da başlatılan bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak ayaklanma bastırılmasına rağmen Sekhmet’in kana susamışlığı dinmemişti. Bu nedenle tüm ölümlülere saldırmaya devam etti. Tüm insanlığı neredeyse yok edecekken, Ra Sekhmet’i Nil nehrini bira ve nar suyuyla karıştırarak kırmızıya çevirdi. Sekhmet bunu kan sandı, ondan sarhoş oluncaya kadar içti. Sarhoş olmasıyla birlikte sakinleşti ve katliamlarına son verdi.
Kült merkezlerinden biri de, Delta’da bulunan (Taremu) Leontopolis’ti. Bu kent, aynı zamanda M.Ö. 154 civarında Yahudilerin başrahibi IV. Onias tarafında Firavun VI. Ptolemy’nin izniyle kurulan ve Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan esinlenerek daha küçük ölçekte yapılan Oneion’a da ev sahipliği yapmıştır. Tapınak, M.S. 66’da başlayan ve İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sonuçlanan Roma-Yahudi Savaşları’nın başlamasıyla kapatıldı.
Sekhmet aynı zamanda bir Güneş Tanrıçası’ydı; Ra’nın kızı olarak kabul edilmekteydi. Hathor ve Bast’la ilişkilendirilmekteydi. Kraliyetle ilişkisi nedeniyle Eski Mısır’ın kraliyet sembollerinden Uraeus’la birlikte tasvir edilmekteydi. Ma’at’ın hakemi olarak Osiris’in Ebedi Mahkeme Salonu’nda yer almaktaydı.
Sekhmet’i sakinleştirmek için savaş sonunda fesitval düzenlendirdi. Bu sayede savaşın getirdiği yıkım sona erdilirdi. Bunun dışında her yılın başında Sekhmet adına bir Sarhoşluk Festivali düzenlenmekteydi. Onbinlerce kişinin katıldığı bu festivalde Sekhmet’in insanlığı neredeyse yok ettiği sırada içerek sarhoş olmasını ve sakinleşmesini, litrelerce bira içip sarhoş olarak taklit etmekteydiler.
Konuyla ilgili mite gelince. Ra’nın Hathor’dan kızı olan Sekhmet, Ra’ya karşı Yukarı Mısır’da başlatılan bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmişti. Ancak ayaklanma bastırılmasına rağmen Sekhmet’in kana susamışlığı dinmemişti. Bu nedenle tüm ölümlülere saldırmaya devam etti. Tüm insanlığı neredeyse yok edecekken, Ra Sekhmet’i Nil nehrini bira ve nar suyuyla karıştırarak kırmızıya çevirdi. Sekhmet bunu kan sandı, ondan sarhoş oluncaya kadar içti. Sarhoş olmasıyla birlikte sakinleşti ve katliamlarına son verdi.
Kült merkezlerinden biri de, Delta’da bulunan (Taremu) Leontopolis’ti. Bu kent, aynı zamanda M.Ö. 154 civarında Yahudilerin başrahibi IV. Onias tarafında Firavun VI. Ptolemy’nin izniyle kurulan ve Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan esinlenerek daha küçük ölçekte yapılan Oneion’a da ev sahipliği yapmıştır. Tapınak, M.S. 66’da başlayan ve İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sonuçlanan Roma-Yahudi Savaşları’nın başlamasıyla kapatıldı.
24 Eylül 2011 Cumartesi
Ptah
Memfis Triadı’nın üyesi olan Ptah, aslında dünyanın oluşumu öncesindeki ebedi okyanusun ortasında bulunan ve dünyayı oluşturacak olan Ta-tenen’in kişileştirilmesiydi. Ta-tenen, Yükselmiş Topraklar demekti. Batmış Topraklar anlamında Tanen de denmekteydi. Ancak Ta-tenen, daha sonra Ptah’ın içinde asimile oldu ve yerini ona bıraktı.
Ptah dünyanın yaratılması çağrısında bulunandı. Kalbinde yaratılışını hayal etti ve onu konuştu. İsmi aynı zamanda ‘açan kimse’ anlamına gelmekteydi; bu anlam, Eski Mısır dininin kutsal metinleri olan Piramit Metinleri’nde geçen Ağzın Açılması Töreni’ne gönderme yapmaktaydı. Ağzın Açılması Töreni, bir mumya ya da heykelin nefes alıp konuşabilmesi için büyülü bir biçimde ağzının açılmasıydı ve Eski Krallık’tan Roma devrine kadar bu tören yapılmaktaydı. Bu törenin yaratıcısı da Ptah’tı.
Atum’un dünyanın yaratılışı öncesindeki tepenin üzerinde oturarak yaratılışı yönetmesi için Ptah tarafından yaratıldığına da inanılmaktaydı.
Ptah yaratılıştaki rolü nedeniyle, zanaatkârların koruyucusu olarak görülmekteydi. Bu rol özellikle taşla ilgili zanaatlar arasından daha yaygındı. Bunun mezar yapımıyla bağlantılı olması nedeniyle, zanaatkârlar Ptah’ın kendi kaderlerini belirlediğine inanmaktalardı. Bu özelliği de ona bir yeniden doğuş tanrısı haline getirmişti. Tanrı Seker’in de zanaatkârlarla ve güneşin yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmesi nedeniyle, Seker’in Ptah’la birleştirilerek, zaman zaman Ptah-Seker olarak tasvir edilmesine yol açtı. Bu özellik de Orta Krallık’a gelindiğinde yeraltı dünyasıyla bağ kurulmasına ve Ptah-Seker’in Osiris’le de birleştirilerek Ptah-Seker-Osiris’in oluşmasına neden oldu.
Mumyalanmış, yeşil renkli ve tüm saç kısmını örtecek bir başlık takarak tasvir edilen Ptah, Mısır’ın Latince başta olmak üzere, pek çok batı dilindeki isminin de kaynağını oluşturur. Mısır’ın başkenti Memfis’in isimlerinden biri olan Hikuptah ‘Ptah’ın Ruhunun Evi’ demekti. Latince’ye Aegyptus, İngilizce’ye Egypt, Fransızca’ya Egypte, Almanca’ya da Ägypten diye geçti.
Ptah dünyanın yaratılması çağrısında bulunandı. Kalbinde yaratılışını hayal etti ve onu konuştu. İsmi aynı zamanda ‘açan kimse’ anlamına gelmekteydi; bu anlam, Eski Mısır dininin kutsal metinleri olan Piramit Metinleri’nde geçen Ağzın Açılması Töreni’ne gönderme yapmaktaydı. Ağzın Açılması Töreni, bir mumya ya da heykelin nefes alıp konuşabilmesi için büyülü bir biçimde ağzının açılmasıydı ve Eski Krallık’tan Roma devrine kadar bu tören yapılmaktaydı. Bu törenin yaratıcısı da Ptah’tı.
Atum’un dünyanın yaratılışı öncesindeki tepenin üzerinde oturarak yaratılışı yönetmesi için Ptah tarafından yaratıldığına da inanılmaktaydı.
Ptah yaratılıştaki rolü nedeniyle, zanaatkârların koruyucusu olarak görülmekteydi. Bu rol özellikle taşla ilgili zanaatlar arasından daha yaygındı. Bunun mezar yapımıyla bağlantılı olması nedeniyle, zanaatkârlar Ptah’ın kendi kaderlerini belirlediğine inanmaktalardı. Bu özelliği de ona bir yeniden doğuş tanrısı haline getirmişti. Tanrı Seker’in de zanaatkârlarla ve güneşin yeniden doğuşuyla ilişkilendirilmesi nedeniyle, Seker’in Ptah’la birleştirilerek, zaman zaman Ptah-Seker olarak tasvir edilmesine yol açtı. Bu özellik de Orta Krallık’a gelindiğinde yeraltı dünyasıyla bağ kurulmasına ve Ptah-Seker’in Osiris’le de birleştirilerek Ptah-Seker-Osiris’in oluşmasına neden oldu.
Mumyalanmış, yeşil renkli ve tüm saç kısmını örtecek bir başlık takarak tasvir edilen Ptah, Mısır’ın Latince başta olmak üzere, pek çok batı dilindeki isminin de kaynağını oluşturur. Mısır’ın başkenti Memfis’in isimlerinden biri olan Hikuptah ‘Ptah’ın Ruhunun Evi’ demekti. Latince’ye Aegyptus, İngilizce’ye Egypt, Fransızca’ya Egypte, Almanca’ya da Ägypten diye geçti.
23 Eylül 2011 Cuma
Abdülkadir el Cezayiri
Canım sıkıldığı bir sırada, Cezayirli şarkıcı Khaled'in Rachid Taha ve Faudel ile söylediği Abdel Kader adlı şarkıyı açtım. Youtube'te pek çok kaydını bulmak mümkün.
Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.
Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.
Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.
Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.
Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.
Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!
Bu ülkede birtakım 'ünlü' kişilerin akılları sıra Türkçeleştirerek katletmiş oldukları bu şarkıdaki Abdülkadir kimdir, onu anlatmak bugünkü derdim. Uzun uzadıya anlatıp, adına methiyle düzmeye gerek yok. Çok kısacaca bahsedeceğim zaten.
Abdülkadir el Cezayiri, 6 Eylül 1808'de doğduğu sırada Cezayir, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Hem İmparatorluk için, hem de Avrupa için çok karmaşık olan bir dönemde doğmuştu; II. Mahmud yeni tahta geçmiş ama Yeniçerilerden hâlâ kurtulunmamış, Avrupa'daysa Napoléon Savaşları büyük bir hızla sürmekteydi. 1815'te savaşlar bittikten sonra Avrupalılar koloni arayışlarına devam etmeye başladılar; özellikle içten içe eriyen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarına göz diktiler. Fransa'nın göz diktiği ilk yerlerden biri de Cezayir oldu.
Öncesinde yaşanan bir dizi olayın ardından 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti. İşgalin hemen ardından Abdülkadir Cezayir'in batısında kurduğu üssünden Fransızlara karşı mücadele etmeye başladı. 1847'ye kadar gerilla taktiğiyle bu savaşını sürdürmeyi başardı. Abdülkadir, mert kişiliğini bu savaşlar sırasında da ortaya koymaktaydı. Bir seferinde elindeki Fransız esirleri, onları besleyecek kadar yiyecekleri olmadığı için serbest bırakmıştı.
Çok başarılı olmasına ve Fransızları zaman zaman yenilgiye uğratmasına rağmen, 1842'de toparlanan Fransız ordusu sonunda kendisini teslim olmaya zorladı. Fas'a iltica isteği, Fransa'dan gelen baskılarla reddedilen Abdülkadir, 1847'de teslim oldu. İskenderiye'ye ya da Akka'ya gitmesi karşılığında yapılan teslim olma antlaşmasına Fransız Hükümeti uymayı reddetti ve ailesiyle beraber önce Toulon'a, ardından Pau'ya gitmek zorunda kaldı. 1848'de Amboise Şatosu'na geçen Abdülkadir, 1852'de III. Napoléon'un emriyle 'bir daha Cezayir'e geri dönmemek şartıyla' serbest bırakıldı; kendisine yıllık 100,000 franc maaş bağlandı. O da önce Bursa'ya, ordan da Şam'a gitti.
Ne var ki, 1860'ta Lübnan ve Suriye'de hıristiyanlarla dürzüler arasında çıkan çatışmalar sırasında pek çok hıristiyanı saklayarak koruması altına almasından dolayı, olaylar sona erdikten sonra Fransa tarafından kendisine en yüksek liyakat nişanı olan Légion d'Honneur verilmiş, bağlanan maaşı da arttırılmıştır. Dönemin ABD Başkanı Abraham Lincoln de kendisine birtakım hediyeler yollamıştır. 1865'te III. Napoléon'un davetlisi olarak Paris'i ziyaret etmiştir. Cezayir'in milli kahramanı olan Abdülkadir el Cezayiri, 1883'te ölmüştür. Mezarı Şam'da bulunmaktadır.
Şimdi siz kalkın, böyle bir adamla ilgili yazılan böylesine güzel bir şarkıyı, adeta ağıt niteliğindeki bu şarkıyı, rezil rüsva bir hâle getirerek milletin ağzına sakız edin. Sırf cehaletinizden, sözlerini anlamamanızdan dolayı. Ne desem boş, pes doğrusu!
21 Eylül 2011 Çarşamba
Amonet ve Amon
Amonet ve Amon, Hermopolis Ogdoadı'nın üyesi iki tanrıydılar; her Ogdoad çiftinde olduğu gibi, ikisi aslında bir konseptin erkek ve dişi yönüydüler; Amonet dişi, Amon erkekti. Dişinin simgesi hayvan yılanken, erkeğinki kurbağaydı. Tipik bir Ogdoad çifti olmaları nedeniyle Amonet ve Amon aslında asla birbirlerinden bağımsız olmayan tanrılar olmaları gerekirdi. Ancak özellikle 12. Hanedan’dan itibaren Tanrıça Mut, Amon’un eşi olarak Amonet’in yerini almaya başladı. Teb kentinin bir yerel tanrıçası olan Amonet, bölgesel önemini korudu ve Firavun’un bu bölgedeki koruyucusu olmaya devam etti.
Ne var ki, Amon’un eşinin Mut’la değiştirilmesiyle başlayan süreç, Amon’un Güneş Tanrısı Ra’yla birleştirilerek Amon-Ra adıyla tapılmasına ve Amon’u bir anda Mısır panteonunun tepesine oturtmasına neden oldu. O kadar ki, Mısır tarihinin en büyük ve dünya tarihinin en büyük tapınaklarından birinin kendi adına, aşağı yukarı bin yıllık bir süreç içinde inşa edildi.
Teb Triadı’nın bir üyesi olan Amon’un bu dönemini ayrıca Amon başlığında ele alacağım için bu noktada duruyorum. Ancak Amonet’le ilgili bir iki şeyi de eklemeden yazımı bitirmek de istemiyorum. Şöyle ki, Amonet – ki adının anlamı, aynı Amon gibi ‘Gizli olan’ demektir – katiplerin ve tarihçilerin koruyucusuydu. Firavunun devamlı danıştığı bu kişilerin kayıtları doğru tutmaları için onları korurdu, onlara yardımcı olurdu, kayıtlarını kontrol ederdi. Kadın formunda da tasvir edildiği olan Amonet, başında Yukarı Mısır’ın kırmızı tacıyla, bir tahtta otururken elinde papirüsten yapılmış bir asa ile betimlenirdi.
Ne var ki, Amon’un eşinin Mut’la değiştirilmesiyle başlayan süreç, Amon’un Güneş Tanrısı Ra’yla birleştirilerek Amon-Ra adıyla tapılmasına ve Amon’u bir anda Mısır panteonunun tepesine oturtmasına neden oldu. O kadar ki, Mısır tarihinin en büyük ve dünya tarihinin en büyük tapınaklarından birinin kendi adına, aşağı yukarı bin yıllık bir süreç içinde inşa edildi.
Teb Triadı’nın bir üyesi olan Amon’un bu dönemini ayrıca Amon başlığında ele alacağım için bu noktada duruyorum. Ancak Amonet’le ilgili bir iki şeyi de eklemeden yazımı bitirmek de istemiyorum. Şöyle ki, Amonet – ki adının anlamı, aynı Amon gibi ‘Gizli olan’ demektir – katiplerin ve tarihçilerin koruyucusuydu. Firavunun devamlı danıştığı bu kişilerin kayıtları doğru tutmaları için onları korurdu, onlara yardımcı olurdu, kayıtlarını kontrol ederdi. Kadın formunda da tasvir edildiği olan Amonet, başında Yukarı Mısır’ın kırmızı tacıyla, bir tahtta otururken elinde papirüsten yapılmış bir asa ile betimlenirdi.
18 Eylül 2011 Pazar
Hauhet ve Huh
Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Hauhet (dişi) ve Huh (erkek), sonsuzluğu temsil etmektelerdi. Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, tanrıça bir yılan başlı kadın, tanrıysa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilmekteydi.
Bir diğer ve yaygın tasvir biçimiyse, dizleri üstüne çökmüş ve bazen bir, bazen iki elinde ve ayrıca bir tane de başına iliştirilmiş birer palmiye gövdesi sapı olan bir adam biçiminde de betimlenirdi. Palmiye gövdelerinin altında şen halkası denen ve sonsuzluğu ifade eden birer halka da bulunurdu. Bu tasvirin çok yaygın olmasının sebebi, bu betimlemenin milyon anlamına gelen hiyeroglifin şekli olmasıydı. Milyon sayısı, Eski Mısır matematiğinde sonsuzluğu ifade etmekteydi. Bu nedenle Huh, Milyonlarca Yılın Tanrısı olarak da adlandırılmaktaydı.
Bir diğer ve yaygın tasvir biçimiyse, dizleri üstüne çökmüş ve bazen bir, bazen iki elinde ve ayrıca bir tane de başına iliştirilmiş birer palmiye gövdesi sapı olan bir adam biçiminde de betimlenirdi. Palmiye gövdelerinin altında şen halkası denen ve sonsuzluğu ifade eden birer halka da bulunurdu. Bu tasvirin çok yaygın olmasının sebebi, bu betimlemenin milyon anlamına gelen hiyeroglifin şekli olmasıydı. Milyon sayısı, Eski Mısır matematiğinde sonsuzluğu ifade etmekteydi. Bu nedenle Huh, Milyonlarca Yılın Tanrısı olarak da adlandırılmaktaydı.
15 Eylül 2011 Perşembe
Kauket ve Kuk
Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad’ın çift tanrılarından olan Kauket (dişi) ve Kuk (erkek), ebedi karanlığı temsil etmektelerdi. Aynı diğer Ogdoad çfitleri gibi, erkek kurbağa, dişiyse yılan başına sahipti.
Karanlığın dışında Kuk ve Kauket belirsizliğin, bilinmezliğin de tanrılarıydı. Bu bilinmezlik özelliği, daha çok Kauket’e addedilen bir özellikti. Ancak bu sebeple kaosla da özdeşleştirilmekteydi.
Kuk, aynı zamanda Eski Mısırlılarca Güneş doğmadan önce var olan karanlık içinde ortaya çıktığına inanılırdı. Bu nedenle Kuk, ‘ışığı getiren’ olarak da bilinirdi.
Karanlığın dışında Kuk ve Kauket belirsizliğin, bilinmezliğin de tanrılarıydı. Bu bilinmezlik özelliği, daha çok Kauket’e addedilen bir özellikti. Ancak bu sebeple kaosla da özdeşleştirilmekteydi.
Kuk, aynı zamanda Eski Mısırlılarca Güneş doğmadan önce var olan karanlık içinde ortaya çıktığına inanılırdı. Bu nedenle Kuk, ‘ışığı getiren’ olarak da bilinirdi.
14 Eylül 2011 Çarşamba
Yedi Harika I: Gize Piramitleri
Evet, daha önce de demiştim. Hepsine tek tek bakacağım diye. İşte Yedi harikanın ilki ve içlerinde en eskisi, hâlâ dimdik ayakta durabilen yegânesi, Gize'deki Büyük Piramit.
Muhteşem öyle değil mi? Eğer yeterince etkilemediyse yapısal özelliklerine bir göz atalım:
Bu piramit, tamamlandığı sırada (M.Ö. 2560) dünyanın en yüksek yapısıydı ve boyu 146,5 metreydi. Üstelik bu özelliğini, yaklaşık 3,800 yıl boyunca korumayı da başardı; ta ki İngiltere'de Lincoln Katedrali inşa edilinceye kadar. Günümüzde üstteki taşların zaman içinde yok olmasıyla boyu 137 metreye düşmüştür. Taban çevresi 230 metre, kapladığı alan yaklaşık 5 hektardır; her biri 2 ile 7 ton arası değişen 2,300,000 kireç taşı bloktan inşa edilmiştir. Bu taşların bir kısmı, 800 kilometre uzaklıktaki bugünkü Asvan kenti yakınlarındaki taş ocaklarından Nil boyunca botlarla taşınarak getirilmiştir. Yaklaşık 100,000 işçinin - dikkat edin, köle değil, işçi - 20 yıl boyunca çalışmasının sonucu tamamlanabilmiştir. 1970ler'de yapılan bir araştırmaya göre, ancak 450 kişinin o günün şartlarında çalışmasıyla 6 yılda ve 1,130,000,000 $ harcayarak tamamlamasının mümkün olabileceğini ortaya koymuş. Bir hayli yüksek bir miktar. Ve bence en önemlisi, hepsi bir adamın, Dördüncü Hanedan firavunlarından Khufu (Keops) istediği için gerçekleşmiştir...
Firavunun mezar odası dışında, bir kraliçe lahit odası da bulunmakta, ve buraya inşa edilmiş tünellerle ulaşılmaktadır. Bunun dışında havalandırma için çeşitli kanallar da yapılmıştır. Dış yüzünü oluşturan ve çöl güneşi altında parlaması için yerleştirilmiş kaplama taşlarının önemli bir kısmı yok olmuştur. Bunların bir kısmı, hemen yanı başındaki Kahire'de inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır.
Yapının kendisi tek başına etkileyici olmakla birlikte, tek başına bulunmamaktadır. Gize platosunda Khufu'nun yaptırdığı piramit dışında, ikisi büyük, dokuz piramit daha bulunmaktadır. Büyük olanlar sırasıyla Khufu'nun oğlu Khafra (Kefren) ve Khafra'nın oğlu Menkaura (Mikerinos) için yapılmıştır. Diğer küçük yedi piramitten biri Khafra'nın, üçü Khufu'nun ve diğer üçü de Menkaura'nın piramitlerinin yanına inşa edilmişlerdir.
Bu üç büyük piramit de, aslen bir külliyenin en büyük parçasını oluşturmaktalardı. Mısır'da inşa edilen piramitlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, Gize piramitlerinin de önünde bir mezar tapınağı, Nil kıyısında bir vadi tapınağı ve ikisini birbirine bağlayan bir geçit bulunmaktaydı.
Firavunlara ve ailesine ait olan bu mezar külliyesinin çevresi, firavunun önemli bürokratları için inşa edilmiş olan mezarlarla çevrilidir. Mastaba denen ve yer altına inen mezar odasının üstünün tuğladan yapılmış dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapıyla kapatılmasından oluşan bu yapılardan Gize platosunda onlarca bulunmaktadır.
Bunların hepsinin yanında, yine burada çok ünlü bir yapı - bir heykel de bulunmaktadır: İnsan yüzlü, aslan vücutlu Sfenks. Yüzünün Khafra'nın yüzü olduğu bu heykel, külliye içindeki en ilgi çekici ve ilham verici yapılardan biridir. Efsanelere bile konu olmuştur. Bunlardan birinde o sırada bir prens olan Yeni Krallık dönemi Firavunu IV. Tutmosis, kum altında kalmış olan Sfenks'in gölgesinde bir gün uyuya kalır ve Sfenks rüyasına girip, ona kendisini kurtarması halinde ona tahtı vaadetmiştir. Tutmosis de, tahta geçtikten sonra Sfenks'in çevresini saran kumu temizletmiş ve heykeli restore ettirmiştir.
İlkçağın bu efsanevi yapısı Khufu'nun Piramidi'nin, özellikleri ve çevresine bakıldığında, Antipater'in listesinde olması hiç şaşırtıcı değil aslında, öyle değil mi? Bir dahaki yazı, Babil'in Asma Bahçeleri üzerine olacak.
Muhteşem öyle değil mi? Eğer yeterince etkilemediyse yapısal özelliklerine bir göz atalım:
Bu piramit, tamamlandığı sırada (M.Ö. 2560) dünyanın en yüksek yapısıydı ve boyu 146,5 metreydi. Üstelik bu özelliğini, yaklaşık 3,800 yıl boyunca korumayı da başardı; ta ki İngiltere'de Lincoln Katedrali inşa edilinceye kadar. Günümüzde üstteki taşların zaman içinde yok olmasıyla boyu 137 metreye düşmüştür. Taban çevresi 230 metre, kapladığı alan yaklaşık 5 hektardır; her biri 2 ile 7 ton arası değişen 2,300,000 kireç taşı bloktan inşa edilmiştir. Bu taşların bir kısmı, 800 kilometre uzaklıktaki bugünkü Asvan kenti yakınlarındaki taş ocaklarından Nil boyunca botlarla taşınarak getirilmiştir. Yaklaşık 100,000 işçinin - dikkat edin, köle değil, işçi - 20 yıl boyunca çalışmasının sonucu tamamlanabilmiştir. 1970ler'de yapılan bir araştırmaya göre, ancak 450 kişinin o günün şartlarında çalışmasıyla 6 yılda ve 1,130,000,000 $ harcayarak tamamlamasının mümkün olabileceğini ortaya koymuş. Bir hayli yüksek bir miktar. Ve bence en önemlisi, hepsi bir adamın, Dördüncü Hanedan firavunlarından Khufu (Keops) istediği için gerçekleşmiştir...
Firavunun mezar odası dışında, bir kraliçe lahit odası da bulunmakta, ve buraya inşa edilmiş tünellerle ulaşılmaktadır. Bunun dışında havalandırma için çeşitli kanallar da yapılmıştır. Dış yüzünü oluşturan ve çöl güneşi altında parlaması için yerleştirilmiş kaplama taşlarının önemli bir kısmı yok olmuştur. Bunların bir kısmı, hemen yanı başındaki Kahire'de inşaat malzemesi olarak kullanılmıştır.
Yapının kendisi tek başına etkileyici olmakla birlikte, tek başına bulunmamaktadır. Gize platosunda Khufu'nun yaptırdığı piramit dışında, ikisi büyük, dokuz piramit daha bulunmaktadır. Büyük olanlar sırasıyla Khufu'nun oğlu Khafra (Kefren) ve Khafra'nın oğlu Menkaura (Mikerinos) için yapılmıştır. Diğer küçük yedi piramitten biri Khafra'nın, üçü Khufu'nun ve diğer üçü de Menkaura'nın piramitlerinin yanına inşa edilmişlerdir.
Bu üç büyük piramit de, aslen bir külliyenin en büyük parçasını oluşturmaktalardı. Mısır'da inşa edilen piramitlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, Gize piramitlerinin de önünde bir mezar tapınağı, Nil kıyısında bir vadi tapınağı ve ikisini birbirine bağlayan bir geçit bulunmaktaydı.
Firavunlara ve ailesine ait olan bu mezar külliyesinin çevresi, firavunun önemli bürokratları için inşa edilmiş olan mezarlarla çevrilidir. Mastaba denen ve yer altına inen mezar odasının üstünün tuğladan yapılmış dikdörtgen prizma şeklindeki bir yapıyla kapatılmasından oluşan bu yapılardan Gize platosunda onlarca bulunmaktadır.
Bunların hepsinin yanında, yine burada çok ünlü bir yapı - bir heykel de bulunmaktadır: İnsan yüzlü, aslan vücutlu Sfenks. Yüzünün Khafra'nın yüzü olduğu bu heykel, külliye içindeki en ilgi çekici ve ilham verici yapılardan biridir. Efsanelere bile konu olmuştur. Bunlardan birinde o sırada bir prens olan Yeni Krallık dönemi Firavunu IV. Tutmosis, kum altında kalmış olan Sfenks'in gölgesinde bir gün uyuya kalır ve Sfenks rüyasına girip, ona kendisini kurtarması halinde ona tahtı vaadetmiştir. Tutmosis de, tahta geçtikten sonra Sfenks'in çevresini saran kumu temizletmiş ve heykeli restore ettirmiştir.
İlkçağın bu efsanevi yapısı Khufu'nun Piramidi'nin, özellikleri ve çevresine bakıldığında, Antipater'in listesinde olması hiç şaşırtıcı değil aslında, öyle değil mi? Bir dahaki yazı, Babil'in Asma Bahçeleri üzerine olacak.
12 Eylül 2011 Pazartesi
Naunet ve Nu
Hermopolis (Khmun) merkezli Ogdoad sistemin çift tanrılarından olan Naunet (dişi) ve Nu (erkek), dünya var olmadan önceki sonsuzluğu ifade ediyordu. Bu büyük ve derin sonsuzluk suyla doluydu; yani ebedi bir okyanustu adeta. Eski Mısırlılar hayatın bu durgun ve sulu sonsuzluk içindeki bir baloncuk içinde ortaya çıktığına inanmaktalardı. Dünyevi ya da uhrevi var olan her şeyin karşılığı onun içinde bulunmaktaydı.
Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, Nu da hem erkek, hem de dişi forma sahipti; dişi form bir yılan başlı kadın, erkek formsa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilirdi. Bunun dışında, üstteki resimde de görüldüğü gibi, suyu temsil eden mavi renkli ve dalgalı bir deriye sahip, sakallı bir adam şeklinde de betimlenmekteydi.
Orta Krallık’tan itibaren (M.Ö. 2055 – M.Ö. 1650) Nu “Tanrıların Babası” olarak adlandırılmaya başladı ve bu durum Mısır dinsel tarihinin sonuna kadar sürdü.
Yine Ogdoad tanrılarında olduğu gibi, Nu’nun belirli bir kült merkezi ya da tapınağı yoktu, ancak Abydos’ta olduğu gibi yeraltı akıntılarıyla ya da kutsal göletlerle temsil edilmekteydi.
Diğer Ogdoad çiftlerinde olduğu gibi, Nu da hem erkek, hem de dişi forma sahipti; dişi form bir yılan başlı kadın, erkek formsa kurbağa başlı bir adam şeklinde tasvir edilirdi. Bunun dışında, üstteki resimde de görüldüğü gibi, suyu temsil eden mavi renkli ve dalgalı bir deriye sahip, sakallı bir adam şeklinde de betimlenmekteydi.
Orta Krallık’tan itibaren (M.Ö. 2055 – M.Ö. 1650) Nu “Tanrıların Babası” olarak adlandırılmaya başladı ve bu durum Mısır dinsel tarihinin sonuna kadar sürdü.
Yine Ogdoad tanrılarında olduğu gibi, Nu’nun belirli bir kült merkezi ya da tapınağı yoktu, ancak Abydos’ta olduğu gibi yeraltı akıntılarıyla ya da kutsal göletlerle temsil edilmekteydi.
9 Eylül 2011 Cuma
Horus'un Dört Oğlu
Eski Mısırlılar, mumyalama sırasında, ruhu içinde bulundurduğuna inandıkları için kalp dışındaki tüm iç organları çıkartmaktalardı. Beyni ise sümüğün sebebi olarak gördükleri için organ olarak değerlendirmemekte, onu birtakım işlermden geçirip sıvılaştırdıktan sonra levye gibi bir çubuğun yardımıyla burundan çıkartıp atmaktaydılar. Çıkardıkları geri kalan dört organsa – karaciğer, akciğerler, mide (ve ince bağırsak) ve kalın bağırsağı ölen kişinin mezar odasında ayrı ayrı dört kabın içine koyuyorlardı. İşte bu dört organın saklandığı her bir kap bir tanrı şeklinde yapılıyordu, çünkü her kabın bir tanrısı vardı. Bunlar, resimdeki sırayla soldan sağa İmseti (karaciğer), Duamutef (mide), Hapi (akciğerler) ve Kebehsenuef’ti (kalın bağırsak) ve hepsi Horus’un oğluydu.
Bir kere Eski Krallık döneminde sadece Horus’un oğulları olarak görülmemektelerdi. Onlar, aynı zamanda Horus’un ruhunun birer parçası idiler. Firavun, Horus’un hem tezahürü, hem de koruyucusu olduğu; Firavun’un Osiris olarak adlandırılan ölü bedeni de Horus’un parçaları olduğu için, organları onun aynı zamanda çocuğu, parçası sayılmaktaydı. Organları saklayan bu dört tanrı – Horus’un Dört Oğlu – erkek olduğu için, onları korumakla görevlendirilenler de Eski Mısırlıların – aynen Ogdoad sisteminde olduğu gibi – dengeli bir eşleştirme yapmaya çalışmaları nedeniyle tanrıçaydılar. İnsan şeklindeki İmseti İsis tarafından korunuyordu. Babun Hapi’yi korumak Neftis’in göreviydi. Çakal Tanrı Daumutef Neith’in, Kebehsenuef’se Serket’in koruması altındaydılar.
Orta Krallık’ta bir tabutun doğu tarafına İmseti ve Duamutef, batı tarafınaysa Hapi ve Kebehsenuef konmaktaydı. Tabutun doğu yüzünde bir çift göz çizilir ve mumya doğmakta olan güneşi görebilsin diye yüzü oraya çevrilirdi. Tüm bunların sonucu olarak Horus oğulları aynı zamanda yönlerle de özdeşleştirilmiş oldular: Hapi kuzey, İmseti güney, Duamutef doğu ve Kebehsenuef de batıyla özdeşleşti.
18. Hanedanın sonuna kadar bu kavanozların kapakları Firavunun başı şeklindeyken, bu durum ondan sonra değişti ve yerini hayvan motiflerine bıraktı.
Bir kere Eski Krallık döneminde sadece Horus’un oğulları olarak görülmemektelerdi. Onlar, aynı zamanda Horus’un ruhunun birer parçası idiler. Firavun, Horus’un hem tezahürü, hem de koruyucusu olduğu; Firavun’un Osiris olarak adlandırılan ölü bedeni de Horus’un parçaları olduğu için, organları onun aynı zamanda çocuğu, parçası sayılmaktaydı. Organları saklayan bu dört tanrı – Horus’un Dört Oğlu – erkek olduğu için, onları korumakla görevlendirilenler de Eski Mısırlıların – aynen Ogdoad sisteminde olduğu gibi – dengeli bir eşleştirme yapmaya çalışmaları nedeniyle tanrıçaydılar. İnsan şeklindeki İmseti İsis tarafından korunuyordu. Babun Hapi’yi korumak Neftis’in göreviydi. Çakal Tanrı Daumutef Neith’in, Kebehsenuef’se Serket’in koruması altındaydılar.
Orta Krallık’ta bir tabutun doğu tarafına İmseti ve Duamutef, batı tarafınaysa Hapi ve Kebehsenuef konmaktaydı. Tabutun doğu yüzünde bir çift göz çizilir ve mumya doğmakta olan güneşi görebilsin diye yüzü oraya çevrilirdi. Tüm bunların sonucu olarak Horus oğulları aynı zamanda yönlerle de özdeşleştirilmiş oldular: Hapi kuzey, İmseti güney, Duamutef doğu ve Kebehsenuef de batıyla özdeşleşti.
18. Hanedanın sonuna kadar bu kavanozların kapakları Firavunun başı şeklindeyken, bu durum ondan sonra değişti ve yerini hayvan motiflerine bıraktı.
7 Eylül 2011 Çarşamba
Tarih Siteleri I: Byzantium1200
Tarihle teknoloji bir arada çalışırsa ne olur? Doğrusunu söylemek gerekirse, muhteşem sonuçlar ortaya çıkıyor zaman zaman. Bunlardan biri, en az on yıldır yürütüldüğünü bildiğim son derece büyük ve önemli bir proje olan Byzantium1200...
Byzantium1200, İstanbul'un Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu sıradaki halinin çok ayrıntılı bir üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Hazırlayana ekibin internet sayfası yıllar içinde saldırıya uğrayıp kapanmış olmasına rağmen, en son 2003'te şu anki adresinde faaliyet göstermektedir. An itibarıyla sitede 66 anıtın üç boyutlu çizimleri dışında, eksik parçaları olmakla birlikte şehrin de bir üç boyutlu modeli bulunmakta, bunun dışında özellikle Sultanahmet Meydanı'nda bir zamanlar bulunan Hipodrom'la ilgili çalışmalar özel bir sayfada sunulmaktadır. Çeşitli sergilerle bu çalışmalar tanıtılmış, hatta çalışmalarla ilgili bir kitap hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş bulunmaktadır. İngilizce olan siteye yukarıdaki linkten girilerek kitabı sipariş etmek mümkündür.
Anıtlar arasında Hipodrom dışında, İmparator I. Jüstinyen'den önceki hali ve 565'te çöken kubbeli hali de olmak üzere, Ayasofya'nın kilise olduğu dönemdeki biçimi, Aya İrini, İmparatorların sarayı Büyük Saray, bugün Fatih Camii'nin bulunduğu yerde bir zamanlar yükselen ve İmparator Konstantin ve Jüstinyen'inkiler de dahil pek çok imparator ve imparatoriçenin mezarının bulunduğu Havariyun Kilisesi, Çemberlitaş'ın ortasında durduğu Konstantin Forumu (bkz. resim), Beyazıt Meydanı'nın o dönemdeki hâli olan Theodosius Forumu, şehir surları gibi pek çok önemli yapı bulunmaktadır.
Çok kapsamlı olmanın yanında, İstanbul'un Bizans devrindeki yapılarıyla bu büyüklük ve nitelikteki ilk ve kesinlikle en başarılı çalışma olduğu açık. Kendilerini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.
Byzantium1200, İstanbul'un Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olduğu sıradaki halinin çok ayrıntılı bir üç boyutlu rekonstrüksyonu projesidir. Hazırlayana ekibin internet sayfası yıllar içinde saldırıya uğrayıp kapanmış olmasına rağmen, en son 2003'te şu anki adresinde faaliyet göstermektedir. An itibarıyla sitede 66 anıtın üç boyutlu çizimleri dışında, eksik parçaları olmakla birlikte şehrin de bir üç boyutlu modeli bulunmakta, bunun dışında özellikle Sultanahmet Meydanı'nda bir zamanlar bulunan Hipodrom'la ilgili çalışmalar özel bir sayfada sunulmaktadır. Çeşitli sergilerle bu çalışmalar tanıtılmış, hatta çalışmalarla ilgili bir kitap hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş bulunmaktadır. İngilizce olan siteye yukarıdaki linkten girilerek kitabı sipariş etmek mümkündür.
Anıtlar arasında Hipodrom dışında, İmparator I. Jüstinyen'den önceki hali ve 565'te çöken kubbeli hali de olmak üzere, Ayasofya'nın kilise olduğu dönemdeki biçimi, Aya İrini, İmparatorların sarayı Büyük Saray, bugün Fatih Camii'nin bulunduğu yerde bir zamanlar yükselen ve İmparator Konstantin ve Jüstinyen'inkiler de dahil pek çok imparator ve imparatoriçenin mezarının bulunduğu Havariyun Kilisesi, Çemberlitaş'ın ortasında durduğu Konstantin Forumu (bkz. resim), Beyazıt Meydanı'nın o dönemdeki hâli olan Theodosius Forumu, şehir surları gibi pek çok önemli yapı bulunmaktadır.
Çok kapsamlı olmanın yanında, İstanbul'un Bizans devrindeki yapılarıyla bu büyüklük ve nitelikteki ilk ve kesinlikle en başarılı çalışma olduğu açık. Kendilerini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.
Etiketler:
Avrupa,
Bizans,
İstanbul,
Ortaçağ,
Ortadoğu,
Rekonstrüksyon,
Tarih,
Tarih Siteleri
6 Eylül 2011 Salı
Anubis
Eski Mısır’ın en ünlü kültürel özelliklerinden biri olan mumyalamayı icat ettiğine ve Mısırlılara öğrettiğine inanılan çakal başlı Mumyalama Tanrısı’dır. Orta Krallık’a kadar Ölüler Tanrısı’ydı, fakat bu rol Orta Krallık’tan itibaren Osiris’e atfedildi. Eski Mısırca’daki adı Anpu’ydu. Set’le Neftis’in oğlu, Nut’la Geb’in torunu’dur. Yani Horus’la kardeş çocuklarıdır. Anubis’in dişi formu olan Tanrıça Anput, Anubis’in karısıdır. İkisinin Kebeçet adında ve mumyalama sıvısının koruyuculuğunu üstlenmiş bir kızları vardır.
Anubis, çakal başlı bir insan olarak tasvir edildiği gibi, sadece çakal biçiminde de betimlenirdi. Çakal şeklinde olmasının sebebi, bu hayvanın Mısır’da mezarlara girip ölülerin vücutlarını bulup parçalama riski bulunmasından kaynaklanıyordu. Ancak siyah rengi çakalın rengi olması nedeniyle değil, Nil Vadisi’nin bereketli siyah toprağı ve çürüyen etin aldığı kara renkten kaynaklanmaktaydı.
Mumyalamayı yapan rahibin giydiği kıyafet, Anubis’i andıracak biçimdeydi. Rahip mumyalama işlemini gerçekleştirirken kafasına çakal başı biçiminde bir maske takmaktaydı.
Mumyalama Tanrısı rolü sebebiyle, Osiris mitinde de geçer. Osiris öldürüldükten ve parçaları Nile atılıp tekrar bir araya getirildikten sonra, Osiris’i mumyalayan ve böylece ilk kez mumyalamayı gerçekleştiren Anubis’tir.
Hellenistik dönemde Anubis, pek çok tanrıda olduğu gibi Hellen kültürünün tanrılarından biriyle birleştirilmiştir. Anubis’le Hermes birleştirilerek Hermanubis adında yeni bir tanrı ortaya çıkmıştır.
Eski Mısır’da Firavun’un güç sembolü iki asasından biri olan harman döveni, Anubis’in simgelerinden biridir (diğer asa da kanca şeklindeki asadır).
Anubis, çakal başlı bir insan olarak tasvir edildiği gibi, sadece çakal biçiminde de betimlenirdi. Çakal şeklinde olmasının sebebi, bu hayvanın Mısır’da mezarlara girip ölülerin vücutlarını bulup parçalama riski bulunmasından kaynaklanıyordu. Ancak siyah rengi çakalın rengi olması nedeniyle değil, Nil Vadisi’nin bereketli siyah toprağı ve çürüyen etin aldığı kara renkten kaynaklanmaktaydı.
Mumyalamayı yapan rahibin giydiği kıyafet, Anubis’i andıracak biçimdeydi. Rahip mumyalama işlemini gerçekleştirirken kafasına çakal başı biçiminde bir maske takmaktaydı.
Mumyalama Tanrısı rolü sebebiyle, Osiris mitinde de geçer. Osiris öldürüldükten ve parçaları Nile atılıp tekrar bir araya getirildikten sonra, Osiris’i mumyalayan ve böylece ilk kez mumyalamayı gerçekleştiren Anubis’tir.
Hellenistik dönemde Anubis, pek çok tanrıda olduğu gibi Hellen kültürünün tanrılarından biriyle birleştirilmiştir. Anubis’le Hermes birleştirilerek Hermanubis adında yeni bir tanrı ortaya çıkmıştır.
Eski Mısır’da Firavun’un güç sembolü iki asasından biri olan harman döveni, Anubis’in simgelerinden biridir (diğer asa da kanca şeklindeki asadır).
3 Eylül 2011 Cumartesi
Horus
Eski Mısırca’daki adı Haru olduğu tahmin edilen (tahmin edilen diyorum çünkü Mısırca’nın yazılı dilinde sesli harfler yoktur; Horus’un ismi hrw’dir mesela. Önceki yazılarımızı ve bundan sonrakileri de bu açıdan değerlendirmek gerekir.) ve Eski Mısırca’nın en son biçimi olan Kıpti dilinde adı Hor’a dönüşmüş olan şahin başlı tanrı Horus, Mısır panteonunun en önemlilerinden biridir: Eski Mısırlılar için Horus, Firavunun yaşarken aldığı biçimdir. Öldüğünde ise Horus olan Firavun Osiris’e dönüşecektir. Ancak Horus Heliopolis Enneadı’nın tanrılarının soyundan geliyor olmasına rağmen, Enneadın bir parçası değildir; zira Heliopolis Enneadı dördüncü nesil tanrılarla – yani İsis, Osiris, Set ve Neftis’le birlikte sona erer. Osiris’le İsis’in oğlu olan Horus, bir sonraki neslin bir üyesidir.
Ennead’a teknik olarak dahil olmamakla birlikte, Horus’la ilgili en önemli mitler Ennead tanrılarıyla ilişkilidir. Set, Osiris’i öldürdükten sonra Mısır tahtında hak iddia eder. Osiris’in karısı İsis, Horus’u öldürmesinden korktuğu için Nil Deltası’ndaki bataklıklara gelir, burada saklanır ve oğlunu doğurur. Horus belli bir yaşa kadar annesi İsis ve teyzesi (ve süt annesi) tarafından korunur ve yetiştirilir. Ancak ondan sonra Set’le Horus arasında uzun süren bir mücadele başlar (bazı kaynaklar 80 yıl diye bir süre bile vermiş). Mücadeleleriyle ilgili pek çok şey anlatılır. Bir keresinde Set, Horus’un gözünü çıkarır. Bu göz – ki Wedjat denir ve popüler olarak Horus’un Gözü olarak bilinir – Eski Mısır’da çok sık kullanılan bir muska haline gelmiştir. Wedjat, tanrıça Wadjet’le bir kişilik kazanır ve tanrı halini alır. Bu yüzden onu Wadjet’i yazdığımda anlatırım.
Buna rağmen Horus Set’le her çarpıştıklarında Set’i yener. Bununla ilgili iki örnekten ilkinde Horus, Set’i neredeyse öldürmek üzereyken annesi ve Set’in kız kardeşi İsis Horus’a engel olur.
Ama ikincisi hem Set’in Horus’a karşı mücadelesine son verdirmesi açısından önemlidir, hem de Eski Mısır dininin pek çok yerinde rastlandığı gibi cinsel bir içerikle – üstelik eşcinsel bir içerikle – donatılmış olması nedeniyle bir hayli ‘ilginç’tir... Chester-Beatty Papirüsü’nde anlatılan hikayeye göre, nihayetinden kimin Mısır’ın tahtına oturacağına karar verecek olan Tanrılara, her ikisi de diğeri üzerinde üstünlük kurduğunu göstermek zorundadır. Bu nedenle, daha öncesinde bir yumurtalığını Horus kopartmış olduğu için kaybetmiş olan Set, Horus’u – tabiri caizse – ayartarak kendisiyle ilişkiye girmeye zorlar. Ancak Horus buna engel olur, fakat Set’in semenini nehre atar. Horus ise Set’in en sevdiği yiyecek olan marul üzerine kendininkini koyar. Bir şekilde Set de bu marulu yer. Bu noktada Tanrıların huzuruna çıkarlar ve önce Set kendi semenine, sonra da Horus kendininkine seslenir. Set’e cevap nehirden, Horus’a cevap Set’in içinden gelir ve bunun sonucunda Set mücadelenin bu aşamasını da kaybeder. Bunun üzerine aralarında son bir tekne yarışı yapılır. Her iki tekne de görünüşte aynı olmakla ve taştan yapılmış gibi gözükmekle birlikte, Horus’unki aslında ahşaptır; Set’in teknesi batar, Horus yarışı bitirir ve Set tahtta iddia ettiği haktan vazgeçer, böylece Horus Firavun olur.
Set’le Horus arasındaki mücadele, bir yandan da Aşağı ve Yukarı Mısır arasındaki mücadeleyi anlatır; Horus aynı zamanda Aşağı Mısır’ın koruyucusuyken, Set de Yukarı Mısır’ın tanrısıdır. Ancak Set’le Horus her zaman bu mitte anlatıldığı gibi birbirleriyle mücadele ederken tasvir edilmez. İkisi Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir ip marifetiyle birleştirirken görülebileceği gibi, ikisi aynı anda Firavun’la birlikte betimlenebilir. Ancak şüphesiz Horus, Set’ten çok daha popüler bir tanrıdır.
Horus aynı zamanda pek çok formu olan bir tanrıdır. Ra-Harakhty ya da Hareoris – yaşlı Horus, Nut’la Geb’in oğlu olarak Hellenistik dönemde ortaya çıkmıştır. Harpokrates adıyla, yine Hellenistik devirde küçük bir çocuk olarak betimlenmiştir. Harpokrates Sessizlik Tanrısı’ydı.
Gökyüzü, Savaş ve Avcılık Tanrısı boyutları da olan Horus, Aşağı Mısır’ın koruyucu tanrısı olmakla birlikte, Yukarı Mısır’da bulunan (ismi Eski Mısırca “şahin” anlamına gelen) Nekhen’de en geç M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkmıştı. En büyük kült merkezlerinden biri yine Yukarı Mısır’da bulunan Edfu Tapınağı’ydı. En korunmuş biçimde günümüze ulaşabilmiş bu tapınak, Eski Mısır’ın Hellenistik devrinde – yani 3000 yıllık yazılı tarihinin son 300 yılında – inşa edilmiştir ve yaklaşık 2200 yıllıktır.
Ennead’a teknik olarak dahil olmamakla birlikte, Horus’la ilgili en önemli mitler Ennead tanrılarıyla ilişkilidir. Set, Osiris’i öldürdükten sonra Mısır tahtında hak iddia eder. Osiris’in karısı İsis, Horus’u öldürmesinden korktuğu için Nil Deltası’ndaki bataklıklara gelir, burada saklanır ve oğlunu doğurur. Horus belli bir yaşa kadar annesi İsis ve teyzesi (ve süt annesi) tarafından korunur ve yetiştirilir. Ancak ondan sonra Set’le Horus arasında uzun süren bir mücadele başlar (bazı kaynaklar 80 yıl diye bir süre bile vermiş). Mücadeleleriyle ilgili pek çok şey anlatılır. Bir keresinde Set, Horus’un gözünü çıkarır. Bu göz – ki Wedjat denir ve popüler olarak Horus’un Gözü olarak bilinir – Eski Mısır’da çok sık kullanılan bir muska haline gelmiştir. Wedjat, tanrıça Wadjet’le bir kişilik kazanır ve tanrı halini alır. Bu yüzden onu Wadjet’i yazdığımda anlatırım.
Buna rağmen Horus Set’le her çarpıştıklarında Set’i yener. Bununla ilgili iki örnekten ilkinde Horus, Set’i neredeyse öldürmek üzereyken annesi ve Set’in kız kardeşi İsis Horus’a engel olur.
Ama ikincisi hem Set’in Horus’a karşı mücadelesine son verdirmesi açısından önemlidir, hem de Eski Mısır dininin pek çok yerinde rastlandığı gibi cinsel bir içerikle – üstelik eşcinsel bir içerikle – donatılmış olması nedeniyle bir hayli ‘ilginç’tir... Chester-Beatty Papirüsü’nde anlatılan hikayeye göre, nihayetinden kimin Mısır’ın tahtına oturacağına karar verecek olan Tanrılara, her ikisi de diğeri üzerinde üstünlük kurduğunu göstermek zorundadır. Bu nedenle, daha öncesinde bir yumurtalığını Horus kopartmış olduğu için kaybetmiş olan Set, Horus’u – tabiri caizse – ayartarak kendisiyle ilişkiye girmeye zorlar. Ancak Horus buna engel olur, fakat Set’in semenini nehre atar. Horus ise Set’in en sevdiği yiyecek olan marul üzerine kendininkini koyar. Bir şekilde Set de bu marulu yer. Bu noktada Tanrıların huzuruna çıkarlar ve önce Set kendi semenine, sonra da Horus kendininkine seslenir. Set’e cevap nehirden, Horus’a cevap Set’in içinden gelir ve bunun sonucunda Set mücadelenin bu aşamasını da kaybeder. Bunun üzerine aralarında son bir tekne yarışı yapılır. Her iki tekne de görünüşte aynı olmakla ve taştan yapılmış gibi gözükmekle birlikte, Horus’unki aslında ahşaptır; Set’in teknesi batar, Horus yarışı bitirir ve Set tahtta iddia ettiği haktan vazgeçer, böylece Horus Firavun olur.
Set’le Horus arasındaki mücadele, bir yandan da Aşağı ve Yukarı Mısır arasındaki mücadeleyi anlatır; Horus aynı zamanda Aşağı Mısır’ın koruyucusuyken, Set de Yukarı Mısır’ın tanrısıdır. Ancak Set’le Horus her zaman bu mitte anlatıldığı gibi birbirleriyle mücadele ederken tasvir edilmez. İkisi Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir ip marifetiyle birleştirirken görülebileceği gibi, ikisi aynı anda Firavun’la birlikte betimlenebilir. Ancak şüphesiz Horus, Set’ten çok daha popüler bir tanrıdır.
Horus aynı zamanda pek çok formu olan bir tanrıdır. Ra-Harakhty ya da Hareoris – yaşlı Horus, Nut’la Geb’in oğlu olarak Hellenistik dönemde ortaya çıkmıştır. Harpokrates adıyla, yine Hellenistik devirde küçük bir çocuk olarak betimlenmiştir. Harpokrates Sessizlik Tanrısı’ydı.
Gökyüzü, Savaş ve Avcılık Tanrısı boyutları da olan Horus, Aşağı Mısır’ın koruyucu tanrısı olmakla birlikte, Yukarı Mısır’da bulunan (ismi Eski Mısırca “şahin” anlamına gelen) Nekhen’de en geç M.Ö. 3100 civarında ortaya çıkmıştı. En büyük kült merkezlerinden biri yine Yukarı Mısır’da bulunan Edfu Tapınağı’ydı. En korunmuş biçimde günümüze ulaşabilmiş bu tapınak, Eski Mısır’ın Hellenistik devrinde – yani 3000 yıllık yazılı tarihinin son 300 yılında – inşa edilmiştir ve yaklaşık 2200 yıllıktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)